| |
| YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
YASAR KEMAL, AHMET YORULMAZ VE SABÂ ALTINSAY’IN ESERLERİNE
LOZAN MÜBADELESİ’NİN YANSIMASI
Sibel ERCAN
ÖNSÖZ
Bu tezde genel bir baslıkla ifade etmek gerekirse Lozan Nüfus Mübadelesi’nin Türk
Edebiyatı’na nasıl yansıdıgı analiz edilmistir. Tarih, sosyoloji, siyaset bilimi ya da edebiyat
gibi alanlarda Lozan Mübadelesi hakkında y | apılan çalısmaların nicelik ve nitelik açısından
azlıgı sebebiyle böyle bir çalısma içerisine girilme ihtiyacı duyulmustur.
Tezimizde zaman kısıtlaması da degerlendirmeye tabi tutularak çesitli eserler seçilmis ve
bunların derinlikli sekilde incelenmesi yoluna gidilmistir. Türk Edebiyatı’nda 1990’lardan
önce Mübadele’yi ele alan edebî nitelikli metinlere pek rastlanılmamakta; ancak kimi
olumlu kimi de olumsuz imgelere sahip bazı Rum karakterler çesitli roman ve hikâyelerde
dikkati çekmektedir. 1990’lardan sonra ise Mübadele konusunu elen alan eserler görüldügü
gibi, özellikle ’90’ların ikinci yarısından itibaren kendine bu temayı seçen yapıtların
sayısında artıs gözlemlenmektedir. Dolayısıyla inceleyemedigimiz bu metinlere kapsamı
daha genis bir çalısmada de yer verilip, bunlar hakkında analizler yapılabilir; ancak
konunun tarihle olan baglantıları asla dikkatten kaçmamalıdır. Bilindigi gibi Mübadele
konusu tamamen Lozan’da ortaya çıkan bir karar degil, bir sürecin sonuçlandırılmasıdır.
Çalısmamızda bu süreç göz önünde tutularak, Mübadele’nin tam olarak
anlamlandırılabilmesi için ayrıntılı tarihî arastırmalar yapılıp, baglantılar kurulmustur.
Kuskusuz bu noktalarda daha özel baslıklar altında derin arastırmalar yapmanın mümkün
oldugunun farkında oldugumuz kadar, bu tezin karsılastırmalı edebiyat alanı içerisinde bir
çalısma oldugu da unutulmamıs; tezin yapısı buna göre olusturulmustur.
Çalısmamızın iskeleti olusturulurken kendi alanlarında degerli çalısmalar olan Arzu
Akbatur’un “Postmodernism, Postcolonialism and the Artifice of History” (Akbatur, 2003)
ve Zeynep Rana Smith’in “The Critique of Imperialism and Textual Counter-Violence in J.
M. Coetzee’s Dusklands” (Smith, 2003) adlı yüksek lisans tezlerine de basvurulmustur.
Tezimizin yazım asamasında Türkiye Türkçesi’nin gramer kuralları baz alınıp, Türk Dil
Kurumu’nun 2005 basımı “Yazım Kılavuzu” ile Dil Dernegi’nin 2005 “Yazım Kılavuzu”
karsılastırmalar yapılarak kullanılmıs olmakla birlikte, Osmanlıca tamlamalarda aslına
sadık kalınmıstır.
Bu açıklamaların ardından, yasadıgım zorlu süreçte bir sekilde varlıgı benimle olan tüm
insanlara tesekkürlerimi içtenlikle iletmek isterim:
Öncelikle tez danısmanım Prof. Dr. Nedret Kuran-Burçoglu’na bana güveni, destegi ve
tezim süresince iyimser yaklasımının hep benimle olmasından dolayı çokça tesekkür edip,
saygı ve sevgilerimi belirtmek isterim. Ögrenim hayatımda karsılastıgımız günden beri
kendilerinden çok sey ögrendigim, her türlü desteklerini benden esirgemeyen, her zaman
sevgi ve saygıyla anacagım hocalarım Prof. Dr. Fatma Erkman, Yard. Doç. Dr. Melda
Üner’e çok tesekkür ederim. Sevgili hocam Prof. Dr. Cevat Çapan’a kendisini tanıdıgım
günden bugüne bana kattıgı her sey için sonsuz tesekkürler; eger onun varlıgı olmasaydı,
bulundugum noktadan daha geride bir yerlerde olurdum. Ögrenim yasantım boyunca bana
katkı saglayan ismini andıgım ve anamadıgım tüm hocalarım sayesinde gönül gözüm daha
da zenginlesti.
Seçtigim eserlerin yazarları sevgili Sabâ Altınsay ve Ahmet Yorulmaz’a benimle
paylastıkları dostlukları ve Yasar Kemal’e Türk Edebiyatı’na yaptıgı katkılardan dolayı
tesekkürü borç bilirim.
Çalısmanın baslangıcında bana destek olup yüreklendiren Ömer Tuncer’le birlikte
Mübadele konusundaki iradeli çalısmalarını içtenlikle tebrik ettigim Lozan Mübadilleri
v i
Vakfı ve Rumeli Egitim Vakfı’na bana verdikleri destek dolayısıyla bir kez daha tesekkür
ederim.
Tezim süresince bana yardım etmek için elinden geleni yapan arkadasım Turgay Gümeli
basta olmak üzere Esin Kılıç ve Songül Tuncalı ile beraber yürüdügüm yolda benimle bir
olan tüm dostlarıma, sabırla beni destekleyen degerli aileme ve ilgilerini üzerimden eksik
etmeyen ögrencilerime tesekkür edip, bir kez daha sevgilerimi iletirim.
Son olarak, geçtigim tüm sehirleri, beni ben yaptıkları ve kimligime maddi-manevi açıdan
kattıkları her sey için her daim sevgiyle ve özlemle anacagımı da özellikle belirtmek
isterim.
vi i
ABSTRACT
The 1923 Exchange of Populations between Greece and Turkey as part of the Lausanne
Treaty was a significant historical event for the establishment of nation states in both
countries. This exchange of population was not a simple migration movement between the
two countries concerned, but it also signified the extension of a change in the structure of
the state that had started long before this exchange.
Great Empires of the Middle Ages started to collapse one by one after their long existing
populations had gained a national consciousness, and the French Revolution emerged as a
symbol of this process, and thus nation states started to appear at the places of those
Empires. The Ottoman Empire was articulated to this process of nation formation with the
start of the modernization movement. Some states, such as Greece, declared their
independence in the last Century of the Empire that went through wars. During this process
some problems in Greece continued until the foundation of the Turkish Republic and sharp
results were to a great extent obtained with the Protocole signed in Lausanne, in 1923.
According to the decisions taken in the Lausanne Treaty, the Orthodox Christians that were
living in Anatolia –with the exception of those living in İstanbul – and were citizens of the
Turkish Republic, and the Moslems that were living in Greece – with the exception of
those living in Western Thrace – and were citizens of the Greek Republic were subjected
to mutual migration. This obligatory exchange of the people didn’t remain in the political
domain only, but was also reflected in the activities in art and literature of the countries at
different times. The reception of images that had been formed in those countries in the
course of time with a close connection to historical events also varied.
One of the primary aims of this thesis is to make a comparative analysis of the reflection of
1923 Exchange of Populations as part of the Lausanne Treaty on Turkish Literature by
taking into consideration the relation of literature with history and political science. For
this reason in order to go beyond surface analysis, certain literary works of eminent authors
have been chosen that are analyzed in detail. These are the following novels; Yasar
Kemal’s Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Saba Altınsay’s Kritimu - Girit’im Benim, and
Ahmet Yorulmaz’ Savasın Çocukları.
Theories of Imagology and Reception Studies are used in interpreting the texts, the impact
of the chosen works on literature are investigated, the way they dealt with the migration
theme and the way the images have been formed are analyzed. One of the significant
results that are obtained in the thesis is the importance that all three authors have attached
to the togetherness of their people during this migration process that have also influenced
the formation of the Image of the Turk and the Image of the Greek in the works that have
been analyzed.
vi ii
ÖZET
1923 Lozan Mübadelesi, hem Yunanistan hem de Türkiye için ulusal bir devlet kurma
yolunda uygulanmıs olan çok önemli bir tarihî olaydır. Lozan Mübadelesi yalnızca iki
devlet arasında yapılmıs bir degis tokus / göç olmadıgı gibi, Mübadele’den uzun bir süre
önce dünyada degismeye baslayan devlet yapılarının uzantısı niteligini tasır.
Orta Çag’ın büyük imparatorlukları; dünyada eskiden beri mevcut olan milletlerin ulus
bilincini kazanması ve Fransız Devrimi’nin bu sürecin simgesi olarak sahneye çıkmasından
sonra teker teker yıkılmaya baslamıs, bu imparatorlukların yerlerine ulus-devletler
kurulmustur. Osmanlı İmparatorlugu da bu uluslasma sürecine çagdaslasma hareketlerinin
baslamasıyla eklemlenmistir. İmparatorlugun savaslarla geçen son yüzyılında Yunanistan
gibi kimi devletler bagımsızlıklarını ilan etmistir. Bunun yanında Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulusuna kadar Yunanistan’daki bazı problemler devam etmis, kesin sonuçlar büyük
oranda 1923 Lozan Protokolü’nde alınmıstır.
Lozan Sözlesmesi’nde alınan kararlara göre İstanbul hariç Anadolu’da yasayan Türk
uyruklu Ortodoks Hıristiyanlarla, Batı Trakya hariç Yunanistan’da yasayan Yunan uyruklu
Müslümanlar karsılıklı göçe tabi tutulmustur. Halkların bu zorunlu degisimi sadece siyaset
alanında kalmamıs; bu ülkelerin sanat ve edebiyat alanlarındaki faaliyetlerine de farklı
zamanlarda yansımıstır. Bu zamanlara baglı olarak ülkelerde olusan “imge” alımlamaları
da degisiklik göstermistir.
Bu çalısmanın öncelikli amaçlarından biri, tarih ve siyaset bilimi gibi alanlarla edebiyatın
iliskisini göz önünde bulundurarak, Lozan Mübadelesi’nin Türk Edebiyatı’na yansımasının
karsılastırmalı bir analizini yapmaktır. Bu amaçla yüzeysel bir incelemenin ötesine geçip,
derinlikli analizler yapabilmek için bazı eserler seçilmistir. Seçilen anlatılar Yasar
Kemal’in “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Sabâ Altınsay’ın “Kritimu – Girit’im Benim”
ve Ahmet Yorulmaz’ın “Savasın Çocukları” adlı eserleridir.
Yapılan incelemeler İmgebilim ve Alımlama Estetigi kuramları kullanılarak
degerlendirmeye tabi tutulmus; seçilen metinlerin edebiyata ne ölçüde katkı sagladıkları,
Mübadele konusunu nasıl isledikleri ve ne gibi imgeler olusturdukları arastırılmıstır. Elde
edilen en önemli sonuçlardan biri, bu yazarların halkların bir aradalıgına verdikleri önem
dogrultusunda kurgu insa ederek Rum veya Türk imgelerini yaratmıs oldugudur.
1
1 GİRİS
Bilinmedik günler buldu bizi
Bilinmedik günler sürdü izimizi
Yok edecekler
Günlük sevinçlerimizi
Ya oynamaya devam edecegiz
Ya da yeni bir sehir bulacagız... (The Doors, Strange Days)
Özellikle köklü bir geçmise sahip olan toplumlar, tarih boyunca izleri kolayca
kaybolmayacak siyasi, sosyal ve ekonomik yönlerden birçok olaya tanık olmuslardır. Bu
çalısmada Dogu Akdeniz cografyasındaki önemli nüfus hareketlerinden biri olan; hem
Türkiye’de yasayan göçmen ve yerlesiklerin hem de Yunanistan’daki insanların hayatını
derinlemesine etkileyen, ulusal devlet bilinciyle yapılan ‘Mübadele’nin Türk Edebiyatı’na
çesitli açılardan etkileri degerlendirilecektir. Bu baglamda, çalısmamızın temelini olusturan
Yasar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (Ada Üçlemesi 1) (Kemal, 2003), Ahmet
Yorulmaz’ın Savasın Çocukları (Yorulmaz, 2004), Sabâ Altınsay’ın Kritimu – Girit’im
Benim (Altınsay, 2004) adlı eserlerine “Mübadele” olgusunun nasıl yansıdıgı üzerinde
çalısılarak, karsılastırmalı olarak analiz edilecektir.
Eser seçimi yapılırken Kemal Yalçın’ın Emanet Çeyiz (Kemal, 1999) adlı belgesel romanı
üzerinde özellikle durulmustur. Roman, Minoglu’nun kızlarının ana karakterin ailesine
emanet edilmis olan çeyizlerinin yıllar sonra Yunanistan’daki torunlarına iadesini anlatır.
Bu eser tam anlamıyla kurmaca olarak degerlendirilememektedir; çünkü romanda aslında
gerçek bir öykünün arastırma süreci ve bu süreçte özellikle Yunanistan’a göç etmis
Rumlarla yapılan konusmalar aktarılmaktadır.
Önemli bir belgesel roman olmasına karsın Emanet Çeyiz’i çalısmamızda
kullanmamamızın sebebi, olusturdugumuz yapının dısında kalmasıdır. Bu nedenle uzun bir
arastırma sürecinin sonucunda olusturulmus Emanet Çeyiz adlı bu romana ilerideki
çalısmalarımızda yer vermeyi planlamaktayız ki bu sayede Mübadele hakkında yazılan
önemli bir metni etkin bir sekilde degerlendirme olanagına da sahip olabilecegiz. Bu
konularda çalısmak isteyen baska arastırmacılara da uzun anlatılar içine dâhil olan eserler
sınıfında bu metni incelemelerini tavsiye ederiz. Bu açıklamalarımızın yanı sıra
eklemeliyiz ki sadece adını andıgımız ve eserlerini inceledigimiz yazarlar degil, gün
geçtikçe baska isimler de Lozan Mübadelesi hakkında çesitli anlatılar yazmaktadırlar.
Kuskusuz bu metinlerin de üzerlerinde çalısılıp analizleri yapılmalıdır.
2
Böyle bir çalısmanın yapılmasındaki öncelikli amaç; Türkiye’de Lozan Mübadelesi
hakkında edebiyat kapsamında yapılan çalısmaların Yunanistan’dakilere oranla azlıgıyla
baglantılı olarak ilginin daha çok 1990’lardan sonra ortaya çıkması yüzünden bu alandaki
ikincil metinlerin eksikligini bir nebze olsun giderebilmek için ayrıntılı analizler
yapmaktır. Bu sebeplerin dısında, bu konuyla baglantılı ‘edebî metinler’in nicelik ve
nitelik olarak yetersiz olması ve üstünde çok fazla çalısılmaması da böyle önemli bir
tarihsel olayı sorgulamaktan kaçınılmaması gerektigi bilinciyle bizi arastırma yapmaya ve
arastırırken de mümkün oldugu kadar nesnel olmaya sevk etmistir.
“Göç”, içsel ve dıssal olarak Türk toplumu için çok önemli bir kavram ve olgudur. Toplum
hem mekân hem de iç dinamikler açısından sürekli devinim içindedir. İç göç ve dıs göç
toplumun belleginde bir hayli yer ettigi için, tarihin berisinde ve ötesinde kalan sanat,
müzik, edebiyat, sinema gibi alanlara yansımaması mümkün degildir. Makro yapıdaki
“göç” unsurunun etkisinin dısında, daha özel olarak Mübadele’nin etkileri, Türkiye’de
özellikle mübadillerin olusturdugu anlatılara yansımıstır. Tüm bunlar, bir toplum için
incelenmesi ve beraberinde iç hesaplasması yapılması gereken en önemli konulardan
biridir. Osmanlı Devleti’nden geriye kalan toprakların mirasçısı konumundaki Türkler, bu
uzun tarihin sadece çesitli parçalarını geçmisten alıp gelecege aktarmak yerine, kendi
tarihini bir bütün olarak görmeli ve bunu içsellestirmelidir. Kendilerine kalan ve bir
toplumu toplum yapan her türlü kültürel miras giderek azaldıgından, özellikle yeni
kusaklar bu kopusun bedellerini daha fazla ödemek durumunda kalmaktadırlar. Kültür
yozlasması ve bireyin giderek toplumdan soyutlanıp içine kapanması dünyanın pek çok
yerinde engellenememektedir. Kendine ve toplumuna yabancılasma -sosyal, siyasi ve
ekonomik öteki etkenlerle de birleserek- neredeyse kaçınılmaz ve tabii biraz da günümüz
dünyasındaki benzer gelismelere paralel olarak Anadolu’nun tüm vücuduna yayılarak
insan tekini “dil”sizlestirmektedir.
Bunun yanında insanoglunun unutmaması gereken bir gerçeklik var ki o da dünya tarihini
hep birlikte olusturdugumuzdur!
Mübadil ve muhacirlerin,1 kendilerini asıl ait hissettikleri ‘yer’lerden koparılıp farklı
cografyalara tasınmak zorunda bırakılması; birçogu için Araf’ta ancak hayat bulabilen bir
1 Mübadele sözcügü Arapça ‘bedel’den gelir, ilk anlamı ‘degis tokus’, yani ‘bir seyi baska bir seyle
degistirme’dir. Mübadil sözcügünün ilk anlamı ise ‘baskasının yerine getirilmis, bir seye bedel tutulmus’
demektir. Bunun yanında muhaceret kelimesi de hicret’ten gelmekte olup ‘muhacirlik, göç etme’ anlamı
3
zamanın ruhunu beraberinde getirmistir. Kisisel olarak tüm bu tanımlamaların hiçbirine
dâhil olmamakla birlikte, Anadolu’nun ayrı zaman ve mekânlarında da yasansa, ‘bireysel’
bazda hissettigim aidiyetsizlik duygusu, bilinçle bilinçaltı arasındaki bir düzlemde bu
konuyu seçmemdeki etkenlerden biridir.
Asıl konumuzun baslangıcı olarak öncelikle sunu ifade etmeliyiz; 1923 Lozan
Antlasması’yla meydana gelen Mübadele’de takas edilen her iki halkın da göçün ilk
yıllarında yasadıgı en önemli problemlerden biri kimlik karmasasıdır; çünkü aidiyetleri
degistirilmistir.
Bu çalısmada Lozan Mübadelesi’nin adı zikredilen romanlara yansımasının analizini
yapmadan önce, Mübadele’nin tarih ve siyaset içindeki yeri degerlendirilmistir. Mübadele,
tarih içerisinde tek basına ele alınamayacak kadar baska olaylar ve gelismelerle baglantılı
bir göç vakası oldugu için Mübadele’yi doguran uluslasma süreci de tezimize eklenmistir.
Tezin birinci bölümünü olusturan giris kısmında bu amaçlar göz önünde bulundurulmus,
ikinci bölümde göç olgusu hakkında genel degerlendirmeler yapılmıstır. Bu baglamda
Mübadele, belli bir sözlesmeye baglı da olsa, genel “göç” kavramı kapsamında da ele
alınmaktadır.
Üçüncü bölümde, çalısmamız elverdigi ölçüde uluslasma kavramının siyaset içerisindeki
anlamına ve Osmanlı Devleti’nin uluslasma sürecine de yer verilmistir. Bunun yanında
uluslasma çok kapsamlı bir süreç ve olgu oldugudan, çok daha ayrıntılı degerlendirilmelere
müsait bir konudur; ancak bu tez için yapılacak böyle bir çalısma bizi amaçlarımızdan
saptıracaktır.
Dördüncü bölümde de Ege ve çevre yörelerin Mübadele öncesindeki konjonktürüne
konumuzu daha iyi aydınlatması amacıyla deginildiktan sonra, Anadolu’nun Yunanistan
tarafından isgali ve Girit Adası’nın 19. yüzyılı hakkında da açıklamalara yer verilmistir.
Besinci bölümde ise 1923 Lozan Nüfus Mübadelesi, edebiyat alanındaki bir yüksek lisans
tezinin olanakları ölçüsünde ayrıntılı olarak islenmis ve bu asamadan sonra romanların
inlemesinin yapılması uygun görülmüstür.
tasımaktadır; muhacir ise ‘göç eden’ kisilere verilen addır (Devellioglu, 1999: 665, 699). Bu kelimeler
arasındaki ayrım Lozan Antlasması ile yerleri degistirilen halklara Türkçe’de neden ‘mübadil’, bu olaya da
neden ‘mübadele’ dendigini gösterir ki mübadele klasik anlamda bir göç degildir. Türkiye’de Yunanistan’dan
Türkiye’ye zorunlu olarak göç ettirilen halk için ‘mübadele’ sözcügü kullanılırken, Yunanistan’da
Anadolu’dan oraya göç eden Rumlar için ‘mülteci’ kelimesi tercih edilmektedir.
4
Altıncı bölümde Yasar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Sabâ Altınsay’ın
Kritimu – Girit’im Benim ve Ahmet Yorulmaz’ın Savasın Çocukları adlı romanları daha
önceki bölümlerde yaptıgımız incelemelerimizin ısıgında degerlendirmeye tabi
tutulmustur.
Son baslık olan yedinci bölümü ise tezin tamamının genel bir degerlendirmesinin yer aldıgı
sonuç kısmı olusturmustur.
Çalısmamızın içerigine uygun oldugu düsünülerek yararlanılan kuramlar İmgebilim ve
Alımlama Estetigi’dir. Romanlar bu kuramlara uygun ölçütlerde degerlendirildiginden
dolayı, özellikle anlatıların biçimsel özellikleri gibi bazı saptamaların tezin dısarısında
bırakılmasına özen gösterilmistir.
Bu çalısmada 1923 yılında gerçeklestirilen Lozan Nüfus Mübadelesi’nin Türk
Edebiyatı’ndan seçtigimiz eserlere nasıl yansıdıgı analiz edilmis, romanlar arasında
karsılastırmalar yapılarak çesitli sonuçlara ulasılmıstır.
5
2 GÖÇ VE VARLIK
…
Göç yolları
Göründü bize
Görünür elbet
Göç yolları
Bir gün gelir
Döner tersine
Dönülür elbet
En büyük silah umut etmek... (Mungan, Göç Yolları)
Göç kavramı “kisinin yeni kosullara daha iyi uyum saglayabilmek amacıyla ya da dogal,
ekonomik, siyasal ve benzeri zorunluluklar sonucunda yasadıgı toplulugu degistirmesi”
olarak tanımlanabilmektedir (Ana Britannica, 2004: 577) Göç,2 insanoglunun belki
dogadaki varlıgı olustugundan beri hayatında tecelli eden bir olgudur. Bu kavram genel
olarak dıs ve iç göç olmak üzere iki türde degerlendirilir. Dıs göç; bazen insan varlıgının
kaçınılmazı olarak vuku bulur, kimi zaman çesitli üst yapıların denetimi altında, kimi
zaman da dünya yüzeyinde yasanılan cografyadan daha iyi bir yer bulabilme umuduyla
gerçeklesir. İç göç ise insan teki için bitmeyecek bir süreçtir; insan’ı kısa ömründe daha iyi
bir hayata degilse bile daha farklı yerlere aktarabilir. Göç kavramının genis sınırlarının
içine ‘sürgün’ü -iç sürgünü de düsünerek- dâhil edebiliriz. Sürgün de göç kavramıyla aynı
biçimde bulunulan noktadan farklı bir noktaya belirli bir süre çerçevesinde zorunlu
harekettir. Adlandırmalarımız nasıl olursa olsun göç, “kisi”nin farkında olsa da olmasa da
göçlerle yabancılasmalar çogullugunun renklerinin iç içe geçmisligiyle yasayıp, insana her
seye ragmen aynı yerde kalsa ya da kalmaya dirense dahi topragının altından kayıp baska
toprakların yerini alması hissini yasatır. Hele ki Anadolu yarımadası, sayıca bir hayli fazla
topluma yar olmustur, öyle ki ‘Anadolu toprakları’ dedigimiz ekinç varlıgının üzerinde
degisik ‘varolus’lar an gelip çakısmıs, çarpısmıs yahut kaynasıp iç içe geçmistir.
Geçmisinden bugüne Türk toplumu devinimsiz yasayamamıs, her daim yeni olusum ve
yapılar kurmustur. On dokuzuncu yüzyılın baslarında ve akabinde yirminci yüzyıla
gelindiginde, önce dogudan batıya dogru yayılan, sonra konuslandıgı yeni merkez olan
Anadolu’dan çevreye dogru yayılan ‘göç’ hareketlerinin yerini, çemberin dıs halkalarından
merkeze dogru daralan bir sekil almıstır. 2000’lerin ilk yıllarının yasandıgı su günlerde
toplumun geneli maddesel olarak ulus sınırlarının dısına göç etmese de manevi anlamda
2 “Göç, bu süreci yasayan herkes için (yetiskin, genç, çocuk, kadın, erkek) sarsıcı bir deneyim olma riskini
tasır. Herkes farklı düzeylerde ve farklı yönlerde (olumlu-olumsuz) de olsa bu süreçten etkilenir. Göç bir
sosyo-ekonomik sistemden digerine, bir kültürel sistemden digerine geçmeyi içerir…” (Gün, 2002: 7)
6
iletisim süreci içerisinde Batı’ya dogru yönelis istegi politik düzlemde devam etmektedir.
Bu durumda sunu ifade edebiliriz; Türk toplumu genel baslıgı altında toplanan “halk” çok
uzun yıllar öncesindeki gibi; ancak bu kez çagdaslasmanın uzantısı olarak dogudan batıya
dogru tekrar yatay bir hareketlenme seyrine girmistir.
Türkiye’yi dıs göç kadar etkileyen baska bir faktör ise iç göçtür. ‘Mekân’da meydana gelen
bu siddetli dalgalanmaların basta psikolojik, ekonomik, siyasal, sosyolojik ve benzeri
etkileri, eylemin ardından / beraberinde kaçınılmaz bir sekilde vuku bulur. Göç
gerçeklestikten sonra ‘göçmen’in kendi hayatını derinden etkileyebilecek sorunlarla
yüzlesmesi gerekebilir ki kimi zaman kisi bunun ayırdında da olmayıp hayatında neler
oldugunu kavrayamayabilir.
Göçten, göç eden insanlar kadar, bölgeye evvelden yerlesmis insanların da hayatı olumlu
ve olumsuz sekillerde etkilenebilir. Ayrıca göç’ün ardından yasanabilecek bu sorunların,
göçün müsebbibi olabilecegi de unutulmamalıdır.
Kullanıldıgı baglam tam anlamıyla yabancı göçmenleri içerse de mübadillere de
uyarlanabilenecek bir düsünceyi Abdelmalek Sayad kısaca su sözlerle ifade eder:
Göçmenler varlıklarını ‘mesrulastırma’ çabası içinde olmalarının yanında, bir ulusun
sınırları çerçevesinde yasamasına ragmen siyasal alandan dıslanır; çünkü ‘göçmen’ ulusal
olmayandır (Sayad, 2003: 27). Anadolu’ya yerlesen mübadil toplulugu; Türkçe bilmemesi,
gerçek / asıl yerleskelerinin nesillerdir Anadolu olmaması gibi nedenlerle bu topraklara
yabancılasmıstır. Göçmenler, yabancılasmanın kaçınılmaz hâlet-i ruhiyesi ne tam buralı ne
de tam oralı olma duygusunun bir sonucu olarak aidiyet ve kimlik sorunlarını yıllarca
yasamıstır. Bireysel çeliskilerin dısında baska bir çeliski unsuru da Türkiye’nin yasadıgı
birtakım iç sorunlardan dolayı bunları direkt ve yasamı sürdürdügü dogal çevre içinde
ifade edememe problematigidir. Bunun neticesinde kisi farklı ifade yolları, sanatta da
karsılasılan engeller düsünülürse patikaları bulur: Su bakımdan ki insanların kendini,
içinde bir türlü onulamayan ‘sey’leri edebiyat ve müzik gibi sanatsal etkinliklerle ifade
etmesi yazıdan daha eski bir tedavi yöntemi olarak görülebilir; fakat Türkiye’de
Yunanistan’dan farklı olarak sinema, müzik, sanat ve edebiyat alanlarında ancak
doksanlardan sonra Mübadele’nin, mübadilligin yansımaları belirgin olarak bulunur.3
3 Hâlâ Yunanistan’da yasayan Müslümanların (Pomaklar, Çingeneler, Türkler) azınlık diye kabul edilmesi
hakkında Jeanne Hersant su degerlendirmeyi yapar (Hersant, 2003: 85): “Her seyden önce, Müslüman
7
On dokuzuncu yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren ‘insan’; evrende yasanan siyasi,
teknolojik ve ekonomik anlamda olumlu / olumsuz gelismelerin sonucunda dünyaya
yabancılasmaya baslamıstır (insanın modern çaga adım atısını simgeleyen bir
yabancılasma kastedilmektedir). Bu baslangıç, zaman ilerledikçe insan’ı daha da
yalnızlastırıp, bireysellesmesine yol açmıstır. Dünyanın yeniden sekillendigi bu yıllar
boyunca ülkelerin gelecegini sekillendiren pek çok göç yasanmıstır. Genis ölçekte
vurguladıgımız yabancılasma kavramının içini biraz daha doldurmak gerekirse, kendini
anlamlandırma istegi, bulma arzusu ‘göç eden’ için ortaya çıkan ruh hâllerinden bazıları
olarak ifadelendirilebilir.
Göç olgusu psiko-sosyal açıdan irdelenirken üretilen teoriler arasında yabancılasma
kavramının kapsamında asagıda verilen bes faktör üzerinde durulur (Balcıoglu ve Samuk,
2002: 40-44):
“a) İktidarsızlık: Bireyin hâlihazır sosyal ve siyasal kurallar altında kendi sosyal ve siyasi dünyasına tesir
etme imkânının mevcut olmayısı inancı.
b) Anlamsızlık: Bireyin davranıs neticelerini yorumlayan ve yargıda bulunmasını saglayan kesin bir inanç
sisteminin eksikligi.
c) Normsuzluk: Ferdi davranıs üzerindeki sosyal normların gücünü düzenlemede beliren bozulmalar.
d) Tecrit (Soyutlama= Isolation): Bireyi kendi inanç sistemlerine baglayan yüksek degerlerden yani
toplumdan ayrılmıs olma duygusu.
e) Kendine Yabancılasma (Self-estrangement): Bireyin, içe ait anlamsızlıktan ziyade, dısa ait beklentiler
konusundaki davranıs bagımlılıgı.” (Balcıoglu ve Samuk, 2002: 40-44)
Bu maddelerin paralelinde yabancılasmıs ‘modern insan’ içinde “göçmen”in, bulundugu iç
ve dıs düzleme dogal olarak bir kat daha yabancılastıgı -Chambers’in ifadesiyle
heterotopik bir gelecekle karsı karsıya kalan göçmen insanlar hakkında (Chambers, 2005:
16)- kolaylıkla söylenebilir. Chambers, göç kavramını sorguladıgı çalısması içerisinde
‘kimlik’ olusumuyla ilgili olarak, ‘öteki’nin varlıgı kabul edildiginde insanın dünyanın
merkezinden uzaklastıgını, dolayısıyla merkez ve varlık duygularının da degistigini, buna
mukabil kisinin asıl köklerinden kopmasına da neden oldugunu ifade eder (Chambers,
2005: 39). Bu degerlendirme elbette çok genis perspektifli olup, bizim konumuzun oldukça
dısına çıkan çesitli göç konularına da isaret etmektedir.
Göçmen; kim olursa olsun, hangi çagda, uzamda bulunursa bulunsun geçmis varlıgının
izlerini yeni yasamında daima hissedebilir:
azınlıgın pozitif hakları ve sosyo-kültürel imtiyazlarının devamlılıgını güvence altına alan bu statü,
Müslüman azınlıgı, de facto (fiilen), Türk ulusal insa sürecinin dısında bırakmakla kalmamıs, Yunan ulusal
insa sürecinden de dıslamıstır; çünkü Yunan ulusal kimligi temelde ‘Helenizm’ üzerine kurulmustur. Ulusal
aidiyet sadece dil ile degil, ‘Ortodoksluk’ ile de belirlenmistir…” (Hersant, 2003: 85)
8
“…Miras olarak devraldıgımız seyler -kültür, tarih, dil, gelenek, kimlik duygusu- imha edilemez; ama
parçalanır, sorgulamaya açılır, yeniden yazılır ve yeni bir yöne sokulur. Dilimizin ve kimliklerimizin
unsurları ve iliskileri, ne yeni ve daha elestirel bir uyumlu bütünde yeniden bir araya getirilebilir ne de terk
edilip reddedilebilir…” (Chambers, 2005: 40)
Yerlesilen yeni mekân kisiyi tam anlamıyla içine almadıgı için aidiyetlere farklı bir yön
verilmek durumunda kalındıgı gibi, yavastan hızlıya dogru yelpazelenmis çesitlilikte
akabilen bir süreçte ‘degisim’ de devinim halindedir; çünkü bireyin yasadıgı cografya
kadar varlıgının cografyası da farklılasmıstır.
Chambers; seyahat, göç ve hareket edimlerinin sonucunda mirasımızın sınırlarına
varacagımızı; dolayısıyla eskiden beri devam eden alıskanlıklar ve düsünce kalıplarını
benimseyebilecegimiz gibi ikinci bir seçenek olarak ise korkularımızla yüzlesip mevcut
durumun üstüne gidebilecegimizi belirtmektedir (Chambers, 2005: 144, 145).
Aynı düsünüs biçimi kendi tarihimiz için de geçerlidir. Bu hususa daha evvel dikkat
çekmistik; ancak yinelemekte sakınca görmüyoruz; toplum yapımızı derinlemesine
etkileyen “göç”lerden ve bunun sonuçlarının hem küçük hem de büyük ölçekte nesnel bir
tutumla irdelenmesinden, farklı bir deyisle bu gerçekle ‘yüzlesmek’ten çekinmemeliyiz.
2000’li yıllarda dünyanın tüm bölgelerinde hızlı göç hareketleri yasanmaya devam ettigi
gibi yeryüzünde hiçbir zaman esit dengeye ulastırılamamıs esitsizler (ekonomik, sosyal,
hukuki, teknolojik gibi), adaletsizlikler, savaslar basta olmak üzere çesitli yıkımlar hâlâ
sürmektedir. Göçmen, göçebe, mülteci ve sürgünlerin çogunun bulundugu kosullar
hayatlarını yasamayı zorlastırmaktadır. İste bu sebeple göç üzerine yapılmıs çalısmaların
önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Dünyadaki belli baslı büyük göç dalgaları bese ayrılmıstır; bu göç dalgaları içinde
Habsburg ve Osmanlı İmparatorluklarının 1. Dünya Savası sonucu dagılmasıyla olusan
göçler üçüncü grupta degerlendirilmektedir ki Lozan Mübadelesi de bu grupta yer alır
(Gün, 2002: 60). Diger büyük göç dalgaları su sekilde sıralanmıstır: Batılı devletlerin
XVII. yüzyıldan 1. Dünya Savası’nın sonuna kadar baska ülkelerde koloniler olusturması,
XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki köle ticareti, Batılı Devletlerin koloni kurdukları ülkelerdeki
yerli halkların bagımsızlıklarına kavusmasıyla Batılıların bu ülkeleri terk etmesi ve 1950-
1970 yıllarını arasında yogun olarak meydana gelen isçi göçleridir.
9
3 GENEL HATLARIYLA ULUSLASMA KAVRAMI VE OSMANLI
DEVLETİ’NİN ULUSLASMA SÜRECİ
Ne yaparsan yap bu yasam bir kurgudur,
Ve çeliskilerden olusur. (Blake, Ne Yaparsan Yap Bu Yasam Bir Kurgudur)
19. yüzyıl ve 20. yüzyılın özellikle ilk yarısı tüm dünyada imparatorlukların yıkılıp
yerlerine ulus devletlerin kuruldugu bir dönemdir. Lozan Mübadelesi de Türkiye ve
Yunanistan’ın uluslasma sürecinin önemli parçalarından biridir.
Server Tanilli’nin (Tanilli, 2005: 114-116) de belirttigi gibi dünya tarihinde bu sürecin asıl
temelini 1789 Fransız Devrimi olusturur ki ‘milliyetler ilkesi’ne göre de her halk
“bagımsız bir devlet” olma hakkına sahiptir:
“… Halkların kendine özgü bir kültüre sahip canlı varlıklar oldugu düsüncesi, Fransız Devrimi’nden önce
ortaya çıkmıstır…” (Tanilli, 2005: 114)
Bilindigi ve Tanilli’nin de isaret ettigi gibi Fransız Devrimi “bu düsünce”ye bir form verip
önemini ön plana çıkartmıs ve asıl temelini farklılastırmıstır (Tanilli, 2005: 115).
Milliyetler ilkesi konusunda önemli ve belki zaman zaman dikkatlerden kaçan hususlardan
biri de sudur:
“Milliyetler ilkesinin, Alman kaynaklı bir ‘romantik’ yorumu vardır ki ‘dil’e dayanır; Fransız kaynaklı
‘klasik’ yorum ise bu ilkeyi, ‘halkların iradesi’ne dayandırır…
Ama en çok yayılan, Fransız Devrimi’nin temeli olan yorum oldu: 1814’lerden baslayarak, milletler ilkesi,
Avrupa’da güçlü bir akım haline gelir. Ve sonuçta su formüle varılır: Ulusla devlet birbiriyle bütünlesen,
bütünlesmesi gereken iki gerekliktir…” (Tanilli, 2005: 115)
Milliyetler ilkesi, ilerleyen asamalarda belirtecegimiz gibi es zamanlı bir tarihte olmasa da
Osmanlı İmparatorlugu’nu uzun bir sürenin ardından etkiler.
Ulusal bagımsızlık fikri, uzun yıllar üzerinde konusulacak olan devlet olan Yunanistan’ı
1830’lu yıllarda etkilemis ve Osmanlı ‘onlar’ın bagımsızlıgını tanımak zorunda kalmıstır.
Yunanistan’ın arkasından Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk gibi öbür Balkan
Devletleri de ulusal devlet olma yolunda hürriyetlerinin tanınması zorunlulugunun ortaya
çıkması sonucunda kısmi bagımsızlıklarını elde etmislerdir. Anderson da Fransız
Devrimi’nin etkisiyle dünyaya yayılmaya baslayan aydınlanmacı fikirlerden izah ettigimiz
gibi basta Yunanistan’ın etkilendigini aynı sekilde belirtmektedir (Anderson, 2001: 40).
Millî kimlikten önce milletlerin dogusuyla ilgili olarak Anthony D. Smith; modernistler
arasında millet kavramıyla ilgili tartısmalar yasanmasına ragmen onlara göre ‘millet’in
modern bir olgu oldugunu ve modernistlerin bu fikirlerinin dogrulugu kabul edilirse de
modern öncesi dönemlerde millet ve milliyetçilikten söz edilemeyecegini belirtir (Smith,
1 0
2004: 77). Smith; Antikite ve Orta Çag Dönemi’nde ise ‘millet’i ortaya çıkartabilecek
kosulların olmadıgını belirtip, bu ifadenin haklı yanlarının var olmasıyla birlikte
“milletlerin dogusunun ve mevcudiyetinin belirlenmesi” gibi noktalarda kitleleri ve
kadınları da kapsayacak biçimde sadece bir ölçütün belirleyiciligi fikri ile sınırlamaların
getirilecegini sözlerine ekler (Smith, 2004: 77). Eski uygarlıkların yapılarına bakarak bir
degerlendirmeye varmaya çalısan Smith, İkinci Tapınak döneminde bir Yahudi milletinin
varlıgından söz edilebilecegini söyle açıklamıstır (Smith, 2004: 85-86)
“…millet ideal tipine, geç İkinci Tapınak dönemi Yahudileri arasında antik dünyanın belki de herhangi bir
yerinden çok daha fazla yaklasıldıgını düsündürmektedir ve modernitenin baslangıcından önce millet
olasılıgından hatta bir dinî milliyetçilik biçiminden çok kolayca söz edilmemesi noktasında bizi ihtiyatlı
kılması gerekir. Seçilmis halk düsüncesinin derin dogurguları, kutsal topraklara ve merkezlere karsı
hissedilen tutkulu baglılık, kutsal dil ve vesikaların baglayıcı etkisi, yeniden dogusa olan umutlarını
besleyerek ve biriciklik duygularını koruyarak Antikite’den modern zamanlara dek pek çok insan için kalıcı
bir miras oldugunu göstermistir.” (Smith, 2004: 77, 85-86)
Bu konuda Smith’in (Smith, 2004: 75-116) çok daha ayrıntılı ifade ettigi; ancak tezimizin
baglamından uzaklasmamak için ayrıntısına girmeyecegimiz degerlendirmeler de yer
almaktadır:
Milletler çaglar boyunca (Antik dönemden beri) hep var olmustur; fakat gerek Antikite’de,
gerek Arap ve Mısır halklarında toplum içerisindeki çesitli yapılar bu durumun ortaya
çıkması için elverisli degildir. Bununla beraber bu düsüncenin sistemlesip eyleme
dönüsmesi baslangıç olarak Fransız Devrimi’ne tekabül eder. On dokuzuncu yüzyıl ve
yirminci yüzyılda uluslasma yolunda adımlar atan devletler, büyük çapta İngiltere, Fransa
ve İspanya’nın (kısmen de Hollanda ve İsveç) bu tarihi sürecinden etkilenmislerdir (Smith,
2004: 99, 113). On dokuzuncu yüzyıl içerisinde de “ulus” kavramı oldukça “dogal” ve
“modern” bir olgu olarak degerlendirilmeye baslanmıstır.
Sina Aksin de Batı toplumu dısında kalan toplumların uluslasması konusunda ‘yurtlarını
çagdaslastırma amaçlı’ hareketlenmeler içinde olduklarını söyler (Aksin, 1983: 1941).
Nitekim Osmanlı’da da devlet sınırları içindeki toplulukların uluslasma istekleriyle
çagdaslasma adına yapılan yenilikler, yaklasık olarak es zamanlıdır. Bu yeniliklerin
gerçeklestirilebilmesi için Osmanlı tarafından Batı’ya görevli olarak gönderilen elçilerin
modernlesme konusunda katkısı da önemlidir.
Bu sava yakın bir görüs Mardin tarafından dile getirilir. Serif Mardin, II. Mahmut’un
padisahlık yıllarının son zamanlarında gönderilen elçilerin Batı’nın bilinmeyen bir yönünü
kesfettigini, bunun da tebaanın verimliligini artırmak için devlet tarafından koruyucu
1 1
tedbirlerin politika hâline getirildigini çagdaslasmayla ilgili bir makalesinde belirtir
(Mardin, 2006:11, 12).
Fransız Devrimi’ne giden süreci ‘ikincil olarak’ ise Montesqueiu ve Rousseau gibi
düsünürler etkilemislerdir (Agaogulları, 2006: 173-174).
Bu düsünürlerin karsılarında kurdukları fikir sistemlerini benimseyebilecek bir halk kesimi
varken, Osmanlı’da aydın ve halk arasında böyle “iletisim agı” mevcut olmaması
uluslasma hareketlerine de yansımıstır.
Batı’da bu hareketlenmeler yasanırken, Osmanlı Devleti hem iç hem de dıs etkenlerle
uluslasma egilimlerinden etkilenmeye baslar. Fakat Osmanlı, Niyazi Berkes’in de belirttigi
gibi ne feodal ne de teokratik yapıda bir devlettir; toplum yapısında ‘mutlak monark’ların
çatısması bulunmadıgından, “klasik Grek ve feodal Batı Avrupa geleneginde olmayan”
‘kul’ sisteminin varlıgı Osmanlı’yı farklılastırır (Berkes, 2002a: 24-34).
Bunun dogal bir bileseni / sonucu olarak Osmanlı Devleti’nin içinde bulunan çesitli
milletlerin “ulus”4 olma süreci Batı’dakinden farklı ilerlemis; çagdaslasma dönemi
boyunca gelismeler, devlet yapısında tavandan tabana dogru bir olusum izlemistir:
Osmanlı devlet rejiminin önemli taraflarından biri geleneksel yönünün sistemde son derece
etkin olmasıdır; padisahlar, Tanrı’nın birer halifesi olarak nitelenirler ve onun âdeta
yeryüzündeki gölgesi gibidirler. 5
Osmanlı İmparatorlugu’nda yasayan halka reaya (sürü) adı verilir (Berkes, 2002a: 30, 31).
Reaya, hükümdarın yönetimi altındaki vergi veren bütün Müslüman ve Gayrimüslimleri
temsil etmektedir (Ünsal, 1998: 3). Bunun yanında, “devlet ve toplum” iliskisinde
“Devlet”i, Tanrı meydana getirmistir. Hizmet sınıflarının toplumu temsil etmemesi
4 Balibar, “Reform ve karsı-Reform”, “Kilise ve Devlet” arasında çatısmanın ulusal devletin bazı özelliklerini
olusturmaya etkisi oldugunu; ancak bu dönemde yasanan olayların “yaratılıs olarak” herhangi ‘bir’ ulusun
kendi tarihine ait olmadıgını belirtir (Balibar ve Wallerstein, 2000: 111): “Baska bir deyisle, çok baska
(örnegin hanedanla ilgili) amaçların pesinde olan, ulusal olmayan devlet aygıtları, derece derece, ulusal
devletin unsurlarını üretmislerdir ya da iradeleri dısında ‘ulusallasmıs’ ve toplumu ulusallastırmaya
baslamıslardır… Modern döneme yaklasıldıkça bu unsurların birikiminin dayattıgı zorlama daha da güçlü
görünmektedir.”
5 Konumuzun baglamıyla dolaylı olarak baglantılı olsa da belirtmek gerekir ki her topluluk kendi edebiyatını
yaratır (keza biz edebiyatı evrensel olarak nitelendirmekteyiz); edebiyat, hangi akıma baglı olursa olsun
yasanılan dönemden uzak degildir. Osmanlı sarayı da kendi edebiyatını yani Divan Siiri’ni desteklemistir.
Tanpınar’ın da isaret ettigi gibi hükümdar, Tanrı’nın temsilcisidir ve günes sistemine benzer sekilde âlem
onun etrafında döner, ona baglıdır. Divan Siiri’ndeki ask da aslında hükümdara duyulan asktır, sevgili odur;
sevgiliye ait bütün unsurları kendinde barındırır. Özetlemek gerekirse, bu ask anlayısı da sosyal rejimdeki
‘kul’ anlayısının bir yansımasıdır (Tanpınar, 1997: 6, 7).
1 2
Osmanlı’yı Batı’dan ayıran baska bir yöndür (Berkes, 2002a: 31, 32). Osmanlı’da bu
yaklasımlara paralel ve devlet yapısının bir sonucu olarak burjuvazi gibi sınıflar
olusamadıgı gibi, ‘hükümdar tarafından korunup gözetilen halk’ arasında dolayısıyla
“yurttaslık” kavramı ve bilinci de olusamamıstır (Ünsal, 1998: 7-9).
Bilindigi üzere Osmanlı, Avrupa’da meydana gelen degisimlere zamanında ayak
uyduramamıs, beraberinde okuma-yazma sorunu da uygarlasmayı geciktiren nedenlerin
basında gelmistir.
Avrupa’daki bazı krallar zamanla tebaaya önem vermeye baslamıslardır. Böyle bir
olusumun bazı amaçları vardır: Öncelikle, bir ulus devleti kurmak isteyen kimi krallar,
tebaanın mülkiyet hakkını garanti altına almak gerektigini fark ettikleri için ‘halk
seviyesi’ndeki egitime dikkat-i nazar getirmislerdir. Böylece ulus devlet kurma yolunda
“orta sınıf”ı güçlendirerek (feodalizmin hâlen imtiyaz sahibi olan kesiminin belini kırmak
da bu dogrultuda bir amaçtır) “millî bütünlük kurmak” istenmistir (Mardin, 2006: 12).
Tanzimat Dönemi, bu fikir yapısının ısıgından nasiplenmistir ve Osmanlı’nın önde
gelenleri, kameralizm6 adı verilen aydın despotizmi ile devlet içindeki toplulukları
birlestirebileceklerine inanmaktaydılar (Mardin, 2006: 12).
İste uluslasma girisimlerinin ilk adımlarının atılmasında, Batı’ya güdümlü olarak millî
olmayan yapı taslarıyla millî bir bütünlesme hülyasının etkisi yer almaktadır ve
Osmanlı’da basta egitim alanı olmak üzere bazı yenilikler bu düsünüs biçimiyle
gerçeklestirilmeye baslanmıstır.
Bu durumu degistirmek için ilk adımlar III. Selim zamanında atılmıstır, keza Avrupa’nın
çesitli sehirlerine elçiler gönderildigini daha önce de belirtmistik (Berkes, 2002a: 99).
Burada dikkati çeken noktalardan biri, bu elçiler Avrupa dillerini bilmedikleri için onlarla
beraber Rum tercümanların gönderilmesidir.
Avrupa’nın bilimsel yöndeki modern düsünce sistemlerinin de yavas yavas Osmanlı’da
görülmeye baslanmasıyla beraber, bu fikirler içinde Fransız Devrimi’ni hazırlayan ideoloji
6 Serif Mardin, aydın despotizminin bazı merkeziyetçi hükümdarların (Avusturya Kralı II. Joseph, Prusya
Kralı Büyük Friedrich gibi) uyguladıgı bir gelisme politikası oldugunu yazar (Mardin, 2006: 83).
Hükümdarların amacı kendi güçlerini ve tekellerini sarsan bazı Ortaçag kurumlarını yok edip aydın
despotizmi vasıtasıyla merkezi bir idare olusturmaktır ki Fransız Devrimi de bununla yakından baglantılı
hatta uzantısıdır (Mardin, 2006: 83). Kameralizm de bu fikrin kuramsallastırılması olarak ifade edilir
(Mardin, 2006: 83).
1 3
henüz yoktur. Bunun yanında hatırlamalı ki Osmanlı, zamanla farklılasacak olsa da aradaki
dostane iliskiler dolayısıyla Fransız rejimini tanıyan ikinci ülkedir (Berkes, 2002a: 99-101,
121).
Fransız Devrimi’nin baska bir tetikleyicisi ise 5 Mayıs 1789’da Versailles’da çalısmalara
baslayan ‘États Généraux’tur: Devrimdeki en önemli unsur; toplumda gerek sosyal, gerek
siyasi, gerekse ekonomik olarak yolunda gitmeyen yasam kosullarının sonucunda
“toplumsal sınıflar”ın ‘düzen’den giderek daha yüksek oranda rahatsızlık duymalarıdır
(Agaogulları, 2006: 182-183). Öteki sınıflara oranla yönetime karsı olan burjuvalar
arasında ‘feodal monarsi’ ve ‘parlamenter monarsi’ yönünde iki egilim bulunmasına
ragmen, “Fransız monarsisi”nin mutlak olarak degismesi gerektigi noktasında fikir birligi
olusmus; artan ekonomik gücüne karsılık da siyasi ve sosyal haklar talep etmislerdir
(Agaogulları, 2006: 184-186).
Osmanlı’nın Fransız Devrimi’yle gelen rejimi tanıması ise bu ideolojiyi benimsedigi için
degil, “diplomatik” islerin yogunlasmasıyla olmustur. Berkes bu unsuru belirttikten sonra
rejimi ‘tanıma’ya etki eden su üç olguyu sıralar (Berkes, 2002a: 120): Öncelikle sebep,
Bab-ı Âlî’nin7 içine girdigi yogunluk dolayısıyla “Fenerli Rumlar”ın daha fazla önem
kazanmasıdır (Berkes, bu tercümanların Avrupa’yla olan diplomatik iliskilerde süpheli bir
duruma geldigini özellikle belirtir). İkinci sebep, Rum halkı içinde aydın kesiminin
etkisiyle Fransız Devrimi’nin yansımalarının artmasının yanında kendi aralarında Rusya-
Fransa ikiliginin olusmasıdır. Baska bir etkense “hükümdarın reformcuları arasında”
birbiriyle rekabet içerisinde Fransa ile İngiltere-Rusya siyaseti taraftarlarının olusması
gösterilir.
Bizce bu gelismelerdeki en önemli etkenlerden biri Yahudi, Rum ve Ermenilerin
matbaacılık konusunda Müslümanlardan daha fazla asama kaydetmesidir; dolayısıyla onlar
arasında okur-yazar sayısı ve Batı’yla iletisim kurma kanalları artmıstır.
Osmanlı Devleti içerisinde çesitli hareketlilikler yasanırken, Batılı devletler de Osmanlı
Devleti’nin aleyhine kendi siyasal ve ekonomik çıkarları için çesitli yollara
basvurmuslardır. Bu konuda önde gelen isimlerden biri Napolyon’dur. Berkes, bu
7 Smith Anderson, Bab-ı Âlî’nin 1654 yılından sonra Sadrazamların oturdugu saraya verilen bir isim
oldugunu, 18. ve 19. yüzyıldaysa Batı Avrupalılar tarafından Osmanlı merkezi yönetimini anlatan bir terim
olarak kullanılmaya baslandıgını belirtir (Anderson, 2001: 20).
1 4
olusumlara yönelik önemli bir hamle olan “Kodrika Muhtırası”ndaki iki projeden söz açar
(Berkes, 2002a: 122, 123): İlki; Osmanlı Devleti’nin Asya ve Rumeli olarak bölünüp,
dinsel aidiyet açısından Asya’nın Müslüman, Rumeli’nin de Hıristiyan kökenli devletler
olması yolundadır. İkincisi konumuzun baglamı açısından önem tasıyan bir proje gelir ki
Rumeli Bölgesi’ni, sınırları içerisinde “Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk, Bosna, Kara
Yunanistan’ı ve Yunan Adaları olacak sekilde özerk veya bagımsız vilayetlere bölmeyi”
amaçlamaktadır.
Bu projelerin varlıgı, Osmanlı Devleti içerisinde yer alan halkları ister istemez etkilemistir;
nitekim dünyadaki rejimler ve sistemler de artık baska bir yöne dogru evrilmektedir!
Bu düsüncemizin paralelinde, batılılasmanın etkisiyle Japon ve Rus toplumlarından farklı
olarak Osmanlı Devleti bütünlesme yerine parçalanmaya sürüklenmistir (Berkes, 2002b:
117). Fransız Devrimi’nin yanı sıra Rus yönetiminin yaptıgı baskının da Hıristiyan halk
içinde bagımsız birer ‘ulus’ olma istegine neden oldugu belirtilir (Berkes, 2002a: 147).
Reayanın siyasal sistemde yer edinmeye baslaması ve halk, millet gibi kavramların
Osmanlı’da görülmesi resmi olarak ilk defa Kanun-i Esasi (1876) ile olmustur (Berkes,
2002a: 144).
Diger taraftan da Osmanlı’nın cografyasında mahallî cemaat önder ve örgütlerine baglı
yasayan Hıristiyan halklar (Sırplar, Bulgarlar, Rumlar ve Arnavutlar) özerk yapılarından
dolayı, kendi ‘ana dil’leri gibi bazı ‘ulusal nitelikleri’ koruyabilmistir (Berkes, 2002a:
149).
Bizce kısmen de olsa bu durumun nedenleri arasında, adlarını sıraladıgımız halkların
Müslümanlardan daha önce uluslasma sürecinden etkilenmesi yer alabilir. Osmanlı’da
ticaretle çogunlukla Müslüman olmayan halk kitlesi ugrasmıstır. Batı ile olan ticari
kanallar, onların Batı’dan gelen degisimlerin etkisine girmelerini kolaylastırmıstır (Berkes,
2002a: 150). “Avrupa pazarları ve yerli üreticiler arasındaki bagı” kuran da ticaretle
ugrasan Levanten ve Hıristiyan nüfus olup zaman içerisinde Müslüman halk ticaretin
dısında kalmıstır (Keyder, 1989: 24).
Aydınlanma Dönemi’nin etkilerinden biri olarak Batılı ve Rus aydınları arasında Helen
sevgisinin ve bir Grek Devleti kurulması fikrinin olustugu gösterilir. Diger etki de basta
Rumlar ve Romenler olmak üzere bu halkların ulusal bagımsızlıklarını kazanmak için
1 5
harekete geçmelerinin nedeninin daha çok Balkanlarda Osmanlı’nın çıkarına ters düsen
güçlenme siyasetinin oldugu belirtilir (Berkes, 2002a: 151).
Fransız Devrimi’nin ortaya çıkmasında önemli bir sebep; ancak Osmanlı’nın sahip
olmadıgı varlıklardan biri burjuva sınıfıdır. Berkes’e göre berat satısı yolu ile Avrupalı
ticaretçilerle aynı seviyeye getirilmek istenen tüccarlar -özellikle Rumlar- arasında “ticaret
burjuvazisi” olusumları görülmeye baslanmıstır (Berkes, 2002a: 152). Buna mukabil
Berkes, Rumlar ve Yunanlar8 arasındaki Osmanlılıga baglılık konusunda sunları dile getirir
(Berkes, 2002a: 155):
“Rumlar ve Yunanlılar arasındaki Osmanlılıga baglılık, Rus taraftarlıgı, İngiliz taraftarlıgı ve Fransız
Devrimi düsününe baglananlar arasındaki farklar yüzünden ulusal bagımsızlıgın gerçeklesmesine karsın
ulusal birlik tam olmamıstır.” (Berkes, 2002a: 155)
Hıristiyan tebaa içinde yasanan bu gelismeler, öncelikle kendi aidiyetini dini kimliginde
kabul eden Müslüman halk arasında, paralel zaman diliminde bu tarz bir uluslasma
fikirlerinin uyanmasına neden olmamıstır.
Niyazi Berkes’in imledigi gibi Hıristiyanların arasında yasanan gelismelerin aksine
Müslümanlar arasında dinsel kimlik daha da kuvvetlenmistir (Berkes, 2002a: 155).
Hıristiyan halklar içindeki uluslasma akımlarına karsılık, Müslümanlar içerisinde meydana
gelen bu gelisme, bir toplulugun kendi bekasını saglamak için birlestirici bir unsura ihtiyaç
duyması açısından dogallıkla karsılanabilir ki “din” olgusu, insanları bütünlestiren ve
gruplasmasına neden olan ögeler arasında önde gelen yapı taslarından biridir.
Müslüman halkların uluslasmayı saglayacak gerçek temelleri olmamasının yanında,
Hıristiyan halkların özellikle Islahat Fermanı’nın etkisiyle ulus olma yönünde yol almaya
baslamaları ve Kilise meclislerine Ruhban sınıfından olmayan üyelerin atanması
(laiklesme yolunda atılan adımlardan biridir) önemli gelismeler olarak gösterilir (Berkes,
2002a: 218, 228-229).
Taner Timur, Osmanlı Devleti’nde “modern-ulus devleti olusturacak etnik ve kültürel bir
temel”in olmadıgını belirttikten sonra halkı bir araya getiren unsurları söyle açıklar (Timur,
1998: 128):
8 Türkiye’de ‘Yunanistan halkından kisi’ anlamına gelen ‘Yunan’ kelimesi yerine ‘Yunanlı’ ifadesi
kullanılmaktadır. Oysaki Yunanistanlı ya da Yunan kullanımı daha dogrudur. Tezimizde de bu iki sözcük
benimsenecektir.
1 6
“Bunlardan birincisi E. Renan’ın altını çizdigi ortak anılar ve ‘emperyal gelenek’, ikincisi ise toplum
düzeninde isgal ettikleri yerden dogan hâkim millet bilinci ve kendilerini tüm imparatorluktan sorumlu kılan
üstünlük duygusu idi.” (Timur, 1998: 128)
Egitim alanında Tanzimat Fermanı’yla baslayan degisimlerin toplum üzerinde bazı
yansımaları ve etkileri olmustur. Bu etkilenme ve yansımaların sonucunda Galatasaray
Lisesi, Robert Koleji, Fransız ve Avusturya Katolik, İngiliz, Alman, İtalyan Lisesi gibi
İstanbul’un bazı köklü okulları kurulmustur. Papalık, Katoliklerin Galatasaray Lisesi’ne9
gitmesini yasaklamıs, Rus elçiligi de Ortodoks Rumların bu okula gitmemesi yönünde çaba
göstermistir; çünkü Osmanlı’daki Fransız etkisini kırmak istemektedirler. Bunun yanı sıra
aralarında Musevilerle varlıklı, zamanla seçkinlesen Müslüman Osmanlıların da bulundugu
pek çok ögrenci Galatasaray dısındaki bu okullara da yönelmistir (Berkes, 2002a: 242,
243).
Su asamada belirtmekte fayda görüyoruz ki bahsi geçen okullarda ögrenim gören Rum,
Bulgar ve Ermeni ögrenciler arasında milliyet duygusu belirginlesmis, milliyetçilik fikri
yaygınlasmastır. Bu nitelikteki okullarda “Batı kültürü” üzerine yogunlasan bir egitim
sistemi benimsenmis, Türk kültürü ile ilgili konulara Hıristiyan ögrencilerin hassasiyetleri
ve Osmanlılık ideolojisine ters olacagı düsünülerek yer verilmemistir (Berkes, 2002a: 244).
Bir toplulugun düsünce yapısının degismesi kolay degildir, bunun için salt uluslasmanın
yankıları kesinlikle yetmez. Dolayısıyla ‘Batı’, kendi kültürünü benimsetebilmek ve
yaygınlastırabilmek için bu tarz yavas; fakat uzak gelecekte daha etkili olacak yöntemleri
kullanmıstır. Osmanlı İmparatorlugu’nda ‘batılılasma’ her ne kadar Tanzimat’la beraber
baslasa da bahsettigimiz bu ögrencilerin yetistikleri ortam, geçmisten getirdikleri kültürel
özellikler, baglı oldukları din ve aldıkları egitim geregi ‘Batı kültürü’nü adapte olup, bu
ekine karsı bir aidiyet gelistirmeleri daha kolaydır.
Osmanlı Devleti’nde resmi dil, bir nevi ‘yapma dil’ olarak kabul edebilecegimiz Farsça,
Türkçe ve Arapça sözcüklerden olusan Osmanlıca’dır; ancak Osmanlıca, toplumun her
kesiminde aynı yogunlukla kullanılmamıstır.
9 Bu lisenin kurulus amaçlarından biri Fransız Kültürü ve Dili’ni yaygınlastırarak Müslüman, Rum, Ermeni,
Yahudi ögrencileri birbirine yakınlastırmaktır. Bu okullarda egitim verecek ögretmenlerin din adamı
olmaması gerekmektedir; ancak okul, basta Vatikan olmak üzere din çevrelerinden tepki almıstır (Berkes,
2002a: 242).
1 7
Bilindigi gibi iletisim olgusunun en önemli bileseni dildir:10 Fikirlerin gelisip
yaygınlasabilmesi için ortak zeminlerde bulusan araçların mevcut olması gerekir; ancak
Osmanlı Devleti’nde halkla, yönetim ve sanat çevreleri arasında belirgin bir kopukluk
bulunmaktadır; keza bu kopuklugun çesitli yansımaları edebiyat alanında da
bulunmaktadır.
Osmanlı’nın uluslasma yolundaki önemli sorunlarından birini “dil” problemleri
olusturmustur (Berkes, 2002a: 254). Bunun sebebi, açıklamaya çalıstıgımız gibi tavandan
tabana yayılmaya çalısılan bu fikirlerin çagdaslasma ekseninde gerektigi gibi
aktarılamamasıdır. Dolayısıyla belki günümüz için dahi geçerli olabilecek bir mantık
silsilesi hüküm sürer ki bu anlayıs yüzünden halk ile aydın kesimi arasında bir türlü
anlasma eksenine oturamayan farklar olusmustur. Aydın, toplumun önde giden kisisi
olarak kabul edilir; ancak ‘Türk’ aydını ismi altında topladıgımız grubun kanıksanır hâle
gelen sorunu; arkada kalanlarla fikirsel baglamda iletisim kuramaması, elitist bir fanusta
yasayan entelektüel ve aydınların sayısının bir hayli fazla olmasıdır.
Dil konusunda dikkati çeken baska bir husus, Müslüman tebaa arasında konusulan halk
dilinin Hıristiyanlar arasında da kullanılmasıdır. Uluslasma yolunda Mübadele’yi
anlamlandırabilme açısından yasanan sorunlardan biri de bu asamada olusmaktadır.
Berkes (Berkes, 2002a: 253, 254), Hıristiyanların eski ulusal dillerinin günlük ve edebi dil
olarak yeni kurulan okullarda kullanılmaya baslandıgını ifade etse de daha önce isaret
ettigimiz gibi bizce, lisan uluslasmanın çok önemli bir bileseni olmakla beraber
“Milliyetler ilkesi”nin ‘dil’den ziyade ‘halkların iradesi’ne dayanması sebebiyle, bu
okullardaki dile yönelik çalısmaların ulus olabilmek için mutlak etkiyi göstermemesidir.
Bu durumda Anadolu topraklarında yasayan Ortodoks Rumların halk dili olarak Türkçe
konussalar bile, ulusal bir yapı içinde bir araya gelebilme açısından Türk kültüründen daha
uzak oldugu dikkatimizi çekmektedir. Benzer kosullar Yunanistan’da yasayan
Müslümanlar için de geçerlidir. Onların dilleri Yunanca’dır; ancak tasıdıkları kültür
Anadolu’daki Müslümanların ekinine daha yakındır.
10 Iain Chambers, 21. yüzyıldaki göç, kültür ve kimlik iliskisini Amerika kıtasını baz alarak yaptıgı
degerlendirmede, dilin iletisim aracı olmaktan önce ‘kendiliklerimizin ve anlamın kuruldugu kültürel bir insa
aracı’ oldugunu, ‘kendi beden ve benligimizden’ soyutlanamayacagını vurgular (Chambers, 2005: 37).
1 8
Osmanlı Devleti’nin uluslasma sürecinde Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüsümü hakkında
Nuri Bilgin su yorumu getirir:
“Türkiye Cumhuriyeti, baslangıcından itibaren, ulusal aidiyeti yurttaslık iliskisi olarak kavramsallastıran bir
anlayıs tasır. Bu anlayıs 1924 yılında tesis edilen Teskilatı Esasiye Kanunu’nda açıkça görülmektedir.”
(Bilgin, 1998: 142)
Görüldügü gibi bu iki topluluk ulusal bir bilince sahip olmaya baslamalarına ragmen, kendi
aralarında bir bütün olusturacak bilince henüz ulasamamıslardır. Daha önce bu noktayı
imlemistik; uluslasmada düsünüs biçimi olarak “ortak degerler”, “ortak dil”den daha önce
gelmektedir. Rum cemaatler, Anadolu’dan Yunanistan’a göç etmelerine ragmen burada
kalan Ortodoks Rumların Lozan Mübadelesi’yle takasına bu neden de etken olmus olabilir;
çünkü ulusal birlik o dönemlerde her iki yakada da aslında saglanamamıstır. Saglam
temelli bir ulus bütünlügü için de ‘siyasetin kuralları geregi’ -toplum yapısında önemli
degismelere neden olacak heterojen bir olusumdan homojen bir olusuma geçme pahasına
da olsa- Mübadele gerçeklestirilmistir. Keza, ulus devlet altında yasama istegi Rumların
birçogunda daha önceden olusmustur.11
Osmanlı’da sözü edilen bu dil problemlerini asmak ve halk kitlesine ulasmak için basta
Tanzimat Dönemi olmak üzere, çesitli isimler özellikle halkı bilinçlendirme yönünde
eserler vermislerdir.
Sinasi, Türkçe’yi daha sade bir düzeye ulastırmak için çabalayan Osmanlı aydınlarından
biridir. Siir yahut nesir olsun ürettigi eserler ve olusturdugu fikirlerinin katkısı çagı
itibariyle dil çagdaslasması açısından önemlidir (Tanpınar, 1997: 191-210 ve Berkes,
2002a: 283).
“Müslüman Osmanlılar / Türkler” arasında eskiden beri olusturulan devlet yapısından
dolayı, bizim bugün algıladıgımız gibi bir Türk ulusu kavramı bulunmamaktadır.
Osmanlı Devleti içindeki öteki yabancı gruplar bunun aksine, geçmislerinden gelen bir
‘millet’ kavramına sahiptir, o kadar ki ‘İslam ümmeti’ olgusu ‘millet’ olarak algılanmaya
baslamıs ve ‘ulus’ kavramı Türk ulusu niteligini kısmen II. Mesrutiyet’in ilanından sonra
kazanmıstır (Berkes, 2002a: 404, 405). Tanzimat Dönemi’nde Osmanlı’ya hâlâ baglı
bulunan gayrimüslim halk açısından önemli bir gelisme de Tanzimat yönetiminin Rum ve
11 Bu asamada su hususu belirtmekte fayda görüyoruz: Bozkurt Güvenç cumhuriyet ve kimlik üzerine yaptıgı
bir çalısmasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber “çok dinli, dilli ve milletli” Osmanlı
Devleti’nin ardından kurulan devletimizde kimlik sorunlarının yasandıgını ve hâlâ da yasanmakta oldugunu
belirtir (Güvenç, 1998: 117).
1 9
Ermeni halklarının anayasalarına onay vererek onlara “yarı-özerk ulus” yapısı olma
fırsatını vermis olmasıdır (Berkes, 2002a: 408).
Gayrimüslim halkın; on dokuzuncu yüzyıldaki bu gelismelere kadar Osmanlı içinde
tarihsel perspektifte ticari yasamdaki özne konumları bir kenara bırakılırsa geri planda
kaldıgı, “19. yüzyıldaki ayrılıkçı-milliyetçi akımlarla birlikte” tekrar tarihin sahnesinde ön
sıralara geldikleri, Osmanlı İmparatorlugu’nun çok kültürlü yapısı kapsamında Esra
Danacıoglu tarafından belirtilen hususlardan biridir (Danacıoglu, 2001: 17).
Osmanlı Devleti’nde ‘din’ vurgusunu koyulastırmasının yanında ulusçuluk yönelimlerini
artıran etkenlerden biri de Balkan Savasları’dır: “Türk Hükûmeti, Ordusu” gibi
adlandırmalar ilk defa bu dönemde telaffuz edilmis ve basta ‘Osmanlılar / İslamcılar’
olmak üzere pek çok kisi bu terimlere karsı çıkmıstır (Berkes, 2002a: 435, 436).
Birinci Dünya Savası’nın ardından Osmanlı’nın bekasını saglamak için çesitli görüsler
ortaya atılmıstır. Bunlardan biri; Wilson Prensipleri’ne göre “ulusların kendi yazgılarını
kendi özgür isteklerine göre kararlastırmaları”, öbürü ise Milletler Cemiyeti’nin üyelerinin
birinden “mandat” rejimini talep etmektir (Berkes, 2002a: 475). Yine Berkes’in
vurguladıgı bir baska önemli ayrıntı, Anadolu üzerinde 1917 Bolsevik Devrimi’nin de
etkilerinin olmasıdır (Berkes, 2002a: 477):
Müttefik ülkeler bu rejimi çerçeve içine almak ve yayılmasını engellemek için, mütarekede
belirlenen yerlerin dısında toprakları isgal etmis, Yunanistan’ı da isgal için tesvik
etmislerdir. Wilson Prensiplerine karsı cevap niteligi tasıyan “Misak-ı Millî” (1920)
bildirisinde Osmanlı Devleti’ne baglı Türk nüfusun daha az oldugu ülkeler ulusal
bagımsızlıgını elde ettigi takdirde çagdaslasma girisimlerinin baslayacagının açıklanması,
daha önce konusulan ve ülke yönetimi açısından izlenmesi istenen politikaların reddiyle
beraber Osmanlı Devleti’nin dagıldıgının da kabulü niteligindedir.
Dikkati celbeden ve Atatürk’ün Nutuk’ta belirttigi hususlardan biri; ülkenin daha önce
zikredilen siyasal sistemlerle yönetilemeyeceginin asikâr oldugu, rasyonalist bir yaklasımla
devletin ‘ulusal’ bir siyasi tutum sergileyecegidir (Berkes, 2002a: 493).
Osmanlı Devleti’nin mevcut toplumsal yapısı hakkında daha evvel çesitli bilgiler
aktarmıstık; bu yapıda insanın birey olarak yeri yoktur. Osmanlı Devleti’ni sistem ve rejim
degisiklikleriyle Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüstürme asamasında Atatürk’ün farkına
vardıgı noktalardan biri de “kisi onuru”dur, öyle ki Batılı devletlerin yapısında kisilerin
2 0
egemenligi söz konusudur (Mardin, 2006: 18). Bu farkındalık elbette ki batılılasma ve
uluslasma açısından önemlidir.
Göstergelerin isaret ettiginden daha uzun zaman dilimini kapsayan Türk ulusunun
yaratılma sürecine dair olarak Danacıoglu’nun su yorumuna da mutlak yer vermek gerekir:
“Toprak probleminin temelinde, küçülen Osmanlı İmparatorlugu’nun daralıp kaldıgı ve Cumhuriyet’in
devraldıgı –o ana kadar vatan olarak tanımlanmamıs- cografyayı ulus-devlet için anlamlı bir millî yurda
dönüstürme çabası vardır. Neye tekabül ettigi müphem bir Osmanlı vatanı yerine ‘millî yurdun’ insası da
dogal olarak, tarihçiler eliyle bir tarih bilincinin olusturulması sürecidir.” (Danacıoglu, 2001: 11, 12)
Her toplulugun kendi edebiyatını yarattıgını da belirtmistik; Osmanlı’da meydana gelen
siyasi, sosyal ve ekonomik çagdaslasma, edebiyat alanına da yansımıstır: Klasik anlamdaki
simetrik uyum içerisindeki Divan Siiri çoktan bırakılmaya yüz tutmustur; ancak çesitli
dönemlerde nitelikleri farklı eserler ortaya çıkar. Bu durumun göstergelerinden biri,
Servet-i Fünûn Dönemi Edebiyatı ile Millî Mücadele ve Cumhuriyet Dönemi Edebiyatları
arasında çok fazla farkın olmasıdır. Artık daha realist ve natüralist nitelikte ürünler
üretilmekte; belirtik üslupta eserler okuru egitme, bilgilendirme, ona net bir tez sunma
amacı gütmekte; ‘toplum hayatı’ da bu ürünlere özellikle sosyolojik, siyasal ve tarihsel
açıdan net bir sekilde yansıtılmaktadır. ‘Birey’i ön plana alan yeni yapının edebiyatı da -
her ne kadar benligini o dönemde tam bulamasa bile- yenidir. Alt ve üst yapıda meydana
gelen dönüsümler kendi edebiyatını da beraberinde getirmistir ki unutmamalı; ‘roman’ türü
burjuvanın edebiyatı olarak kabul edilmektedir -konumuzun sınırlarını zorlayarak sunu da
ifade etmeliyiz; Cumhuriyet Dönemi millî bir burjuvazinin yaratıldıgı bir süreçtir- ve bizim
edebiyatımızda baskın tür olmanın yanı sıra Osmanlı’yı yansıtan siir (siirin de kendi içinde
çok çesitli oldugu kaidesini bir kenara bırakmamak kosulu ile) zamanla geri plana itilerek
roman ön plana çıkarılmıstır.
2 1
4 MÜBADELE ÖNCESİNDEKİ DÖNEMDE EGE VE ÇEVRESİNİN KONU
BAGLAMINDA BİR DEGERLENDİRMESİ
…
Dogdugun yer, bu eski dünya
Doydugun yer, bu yaslı dünya
Bir gün gelmis, gülmez olmus
İsmi artık anılmaz olmus
Anatolia, Anatolia
Sevgim seninle bu zor günlerinde
Anatolia, Anatolia
Kalemi kır cezamı kes ama onurumu geri ver… (Pentagram, Anatolia)
Dogu Akdeniz12 cografyasının geçmisinin mirasına bugün tüm dünya ortaktır. Felsefeye
dayanan bilim dalları Antik Yunan sayesinde bugünkü ayrımlarına ulasabilmistir. Salt
Antik Yunan degil, Eski Mısır gibi Akdeniz’e kıyılanan ya da Mezopotamya misalinde
oldugu gibi kıyısı olmasa da yakın bir yörüngede yer alan uygarlıkların varlıgıyla can
bulan insanlıgın kültür hücreleri, ruhunu kendinden sonraki devirlere aktarmıstır. Bu
sayede dünya ekini membaını Akdeniz’le köklestirmistir demek hatalı bir yargı degildir
(Uzakdogu, Güney Amerika gibi geçmisleri antik döneme dayanan kültürler konumuzun
oldukça dısında oldugu için degerlendirmeye tabi tutulmamıs olup, kültürler arası üstünlük
yarısı gözetilmemistir).
Anadolu yarımadası, Akdeniz’in en önemli uzuvlarından biridir. Anadolu, farklı ve es
zamanların uygarlıklarının kalıntılarını vücudunda katmanlastırıp çocuklarına aktarmıs; bir
nevi ister istemez günümüzdeki kendi varlıgıyla alakalı devletlerin DNA’sını belirlemistir.
Bu durumun beklenen bir sonucu olarak da bu kadar eski bir varlıgın sorunları, içerigi ne
sekilde biçim alırsa alsın eskidir.
Tarihte yasanan deneyimlere dayanarak olusturulan genelgeçerliklerden biri söyle izah
edilir: Göçmenler ya da göçebeler; bir toplumda sahip oldukları niteliklerin gücü hangi
seviyede olursa olsun göç ettigi topraklardaki kültürden büyük parçaları özümserler; çünkü
yerlesik toplumun olusturdugu kültür daha baskındır. Türkler de Anadolu’ya göç
ettiklerinde Anadolu’nun o güne kadar olusturdugu kültürden etkilenmistir. Bu
12 Braudel, Akdeniz nedir sorusuna söyle bir cevap verir: “Bin bir seyin hepsi birden. Bir peyzaj degil, sayısız
peyzajlar. Bir deniz degil, birbirini izleyen birçok deniz. Akdeniz’de gezen, Lübnan’da Roma dünyasını,
Sardinya Adası’nda tarih öncesini, Sicilya’da Yunan kentlerini, İspanya’da Arap varlıgını, Yugoslavya’da
Türk İslamı’nı bulur. Yüzyılların derinliklerine iner; Malta’daki megalitik yapılara ya da Mısır piramitlerine
uzanır. Bugün hala yasayan çok eski seylerin yanında, asırı modern seylerle karsılasılır… Bu, hem adaların
antik dünyasına dalmak hem de her türlü kültür ve kazanç akımına açık olan ve yüzyıllardır denizi gözleyen,
kemiren çok eski kentlerin yepyeni görünümleri karsısında saskınlıga düsmek demektir. Bütün bunlar
Akdeniz’in çok eski bir yol kavsagı olmasındandır. Bin yıllardan beri, her sey ona kosmus, tarihinin altını
üstüne getirip onu zenginlestimistir…” (Braudel, 1995: 7, 8)
2 2
etkilenmeler basit izahatlara sahip degildir ve sadece toplumun yalınkat hayatında
görülmemistir.
Tarihsel açıdan da Osmanlı İmparatorlugu’nun daha önce açıkladıgımız yönetim
sisteminde Bizans ve Dogu Roma Devletlerinin etkileri görülmektedir (Keyder, 1989: 13).
Tek bir cümle ile ifade etmek gerekirse, feodal bir yapı Anadolu topraklarında hiçbir
zaman var olmamıstır. Dolayısıyla Çaglar Keyder’in de dillendirdigi üzere “küçük
köylülük” Avrupa’nın aksine bu topraklarda varlıgını korumus, sınıf yapısı içerisinde
“köleler” ortaya çıkmamıstır (Keyder, 1989: 13). Toplum içinde farklı dine ve milliyete
mensup kisiler arasında ayrılıkların olusmaması, Anadolu’nun hem eski bir gelenegi hem
de döneminin kosullarına göre daha iyi yönetim sekline sahip olmaktan kaynaklanan bir
nitelik olarak degerlendirilebilir. Bu durumda sınıfsal ayrımlar olmadıgı için mevcut
grupların birbirlerinden etkilenmeleri daha olanaklı hâle gelmektedir ki iki toplum
arasındaki benzerlikler düsünüldügünde kurulan ulus-devletlerin bile bu mirası
degistirebilme yetkinligini gösteremedigi yargısına varılabilir.
Osmanlı’nın hüküm sürdügü son yüzyılda (1864 itibariyle) Anadolu yönetim olarak
vilayetlere ayrılmıstır; 1. Dünya Savası’na kadar olan zaman diliminin büyük bir kısmında
14 vilayet ve 2 bagımsız sancak mevcuttur (McCarthy, 1998a: 1). Bu ayrımlar,
Türkiye’deki cografi bölge ayrımlarına benzese de aradaki önemli fark, idari sistemden
kaynaklanır; çünkü bugünkü ayrımın siyasi bir yanı yoktur.
Bu vilayetler su sekilde sıralanmıstır: Bugün Ege Bölgesi diye adlandırdıgımız ve
konumuz açısından oldukça deger tasıyan bölge Aydın vilayeti, Çanakkale’nin batısı Biga,
Bursa ve çevresi Hüdavendigar, İç Anadolu’nun merkezi Ankara, Çukurova yöresi Adana,
bu yerler arasında kalan bölge Konya, Batı Karadeniz Kastamonu, İstanbul’un Anadolu
yakası ve Kocaeli İzmit, Dogu Karadeniz Trabzon olarak adlandırılmıstır. Dogu ve
Güneydogu Anadolu Bölgeleri ise Halep, Sivas, Erzurum, Bitlis, Elazıg, Diyarbakır ve
Van olmak üzere vilayetlere ayrılmıstır (McCarthy, 1998a: 1, 3).
Yukarıda verildigi üzere Yunan isgali altında kalan İzmir ve çevresi, Aydın vilayeti olarak
adlandırılmaktadır. Ayrıca farklı vilayetlerde yönetim açısından da farklılıklar olusmus
olabilir ki bu, oralarda yasayan nüfus yapısı açısından önemli bir ayrımdır.
Anadolu’daki nüfus yapısı, Türklerin Anadolu’ya göç etmesiyle önemli yapısal
degisikliklere ugramıstır. Nitekim, Hıristiyan nüfusta azalmalar olmus, bazı Hıristiyanlar
2 3
ise Müslümanlasmıstır; ancak yine de toplum yapısı oldukça kozmopolittir. Bunun yanında
belirttigimiz bu süreç içerisinde de Anadolu’nun nüfusu yarı yarıya artmıstır (McCarthy,
1998a: 1, 2, 111). Osmanlı Devleti’nin bu nüfus yapısına karsı yaklasımı Türk, Arap, Rum
gibi milliyet ayrımları degil kisilerin mensup oldugu dine yönelik ayrımdır. Bir kisinin
Türk ya da Kürt olup olmamasından ziyade, Müslüman olup olmaması deger tasımaktadır.
Bu durumun nedenlerini uluslasmayı ele aldıgımız bölümde aktarmıstık, önemli olan nokta
Hıristiyan tebaaya da aynı sekilde yaklasılmasıdır (McCarthy, 1998a: 6).
Anadolu’daki Rum nüfus belirli merkezlerde toplanmaktan çok, genis alanlara yayılmıs
olup, Balkan Savaslarının sürdügü yıllarda sayıca yüksek rakamlara ulasmıstır (McCarthy,
1998a: 90-104, 116). Ancak bu sayılar çok kısa bir süre sonra düsmüstür ki dünyanın
basına gelen en büyük yapay felaketlerden biri olan 1. Dünya Savası’nın baslamasıyla
Anadolu’daki özellikle etnik nüfusun karısık oldugu bölgelerde her türlü dinden ve etnik
kökenden pek çok insan ölmüstür (McCarthy, 1998a: 120, 146, 147).
Yönetim nezdinde soy açısından degil de din açısından birlik gösteren bu topluluklar,
Mübadele’yi anlamlandırma yolunda deger kazanır; çünkü Osmanlı’nın takındıgı bu tutum
ister istemez halkın yasamı ve davranısını da etkilemistir. 19. yüzyılda da iki gruba ait halk
içinde henüz hatları belirlenmis, net bir ulusal bilinç uyanmadıgından, ortaya ulusal
bilinçten önce dinî bilinç çıkmaktadır. Dogal bir gelisme olarak Lozan Antlasması sonucu
yapılan halkların “takas”ı biraz daha anlam kazanır.
Balkanlar her ne kadar Akdeniz’e uzak topraklar olarak kalsa bile gerek Osmanlı
İmparatorlugu’nun, gerekse baska devletlerin yönetimi altındayken hararetli dönemlerin
sürekli yasandıgı bir geçis bölgesinde yer alır. Önemli bir geçis alanında yer alması, burada
yasayan insanların -isin özü cografyanın bütününde- siyaset ve tarihin karısık, zaman
zaman kimliklerin iç içe geçtigi sahnesinde bir sekilde yer almalarına sebebiyet vermistir.
Osmanlı Devleti’nin, bünyesinde yer alan milletlerle yasadıgı sorunlar; kısa bir zamanda
ve tek bir etkene dayanarak ortaya çıkmamıstır. Bilindigi gibi İmparatorluk, on sekizinci
yüzyıl ve sonrasında fetih politikasına devam edememis, akabinde toprak kayıpları
gelmeye baslamıstır. Osmanlı için önemli dönümlerden birini Rus İmparatorlugu ile 1774
yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlasması olusturur; bu antlasmayla Osmanlı, devlet
politikasından ve prestijinden bir hayli ödün vermistir (Anderson, 2001: 11, 12). Bunun
ötesinde Osmanlı İmparatorlugu’nun topraklarının hem çok genis olması hem de
2 4
uygulanan yönetim sisteminden dolayı sultanların, bastan beri ülkenin her noktasında aynı
oranda hüküm sürdürememesidir:
“…Balkanlarda İstanbul’un hiçbir zaman dogrudan yönetmedigi büyük alanlar vardı. Tuna boyunda uzanan
Eflak ve Bogdan, Sultan’a vergi ödemelerine karsın, önemli ölçüde özerkliklerini koruyordu. İstanbul’un
atadıgı Voyvoda bu eyaletleri yönetiyordu. 18. yüzyılın basından itibaren bu görev, yerel toprak sahibi
ailelere (boyarlar) degil, önemli Yunan ailelerinden gelen kisilere verilmeye baslamıstı…” (Anderson, 2001:
15)
Anderson’un yine isaret ettigi üzere, Ege Adalarında ve bugün Yunanistan’ın güney
bölgesini olusturan Mora Yarımadası’nın ulasılması zor yerlesim yerlerinde “fiilî ya da
hukukî” bakımdan bagımsız olan Yunan toplulukları bulunmaktadır (Anderson, 2001: 15).
Bu durumda adı geçen bölgelerde yasayan Yunan topluluklarının gerçekte özerk bir yapıya
sahip oldukları söylenebilir. Yunan Bagımsızlık Savası içerisinde Mora Yarımadası’nın bu
yapısal özellikleri, Osmanlı’nın bölge ve halkıyla diyalogsuzlugu neticesinde büyük yer
tutmustur; buna mukabil deniz hâkimiyetini ele geçiren Yunanların bagımsızlık hareketleri,
öteki Balkan ülkelerinden de bagımsız gelismeler olarak ortaya çıkmıstır (Anderson, 2001:
74, 75).
Ege Adaları ve Mora Yarımadası’yla ilgili bahsedilen durumların benzer örnekleri
dogallıkla ülkenin Balkanlar ve Anadolu da dâhil olmak üzere çesitli bölgeleri için de
geçerlidir (Anderson, 2001: 15):
“…Derebeyi ve ayanlar Sultan ve yöneticilerine tam olarak itaat etmekten kaçınıp, yerel hanedanlıklar bile
kurabiliyordu. 18. yüzyılın ilk yarısında, Batı Anadolu’nun büyük bir bölümünde etkili olan Karaosmanoglu
ailesi, bunun en iyi örneklerinden biridir…” (Anderson, 2001: 15)
Görüldügü gibi Osmanlı Devleti’nin uluslasma sürecinin berisinde de mevcut yönetime
tam anlamıyla paralel olmayan baska egilimler bulunmaktadır. Böylece bu halkların hem
öteki topluluklarla iletisimi kolaylasmıs hem de kolay iletisim kurabilmenin önemli bir
sonucu olarak çesitli etkilenmelere açık yasamıslardır.
Osmanlı İmparatorlugu’nun -nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın- uzun yıllar varlıgını
sürdürmesinin baska nedenleri de vardır:
Devlet salt 18. yüzyıldan sonra degil, İmparatorlugun görkemli zamanlarında dahi eyalet
valilerine özgür bir ortam tanımıstır (Anderson, 2001: 16). Ancak bu özgürlük alanı
bugünün ulus-devlet ve demokrasi anlayısına göre degerlendirilmemeli, Osmanlı
Devleti’nin yapısı göz önünde bulundurulmalıdır.
2 5
Balkanların millet yapısında 17. yüzyıldan sonra önemli degismeler olmaya baslamıstır.
Nüfusunun önemli bir bölümünü olusturan ve aynı zamanda ticaretle ugrasan Yahudi ve
Ermeniler çogunlukla Batı Avrupa’ya göç etmis, bölgedeki Türk nüfusunda da göze çarpan
azalmalar olmustur (Anderson, 2001: 16).
Bu gelismenin bölgeye yansıması ise Yunan, Arnavut ve benzeri toplulukların sahip
oldugu millî unsurların daha fazla öne çıkmasına, Balkanların çok daha önceden
türdeslesmeye baslamasına neden olmustur.
1914 yılına gelindiginde Balkan Savasları nedeniyle Balkan nüfus yapısında
Müslümanların sayısı, savas öncesinde üstün bir konumdayken göç ve ölümler yüzünden
azalmıs ve Müslümanlar azınlık statüsünde kalmıslardır (McCarthy, 1998b: 186). Ancak
Balkan Savasları sonucunda olusan bu durumun aksine Yunanistan sınırları için benzer bir
süreç söz konusu degildir (McCarthy, 1998b: 188).
Bu durum imlemektedir ki Balkanlardaki Bulgaristan gibi ülkelerde nüfus takasını
gerektirecek bir olusuma gerek kalmadan nüfus yapısı zaten degismis; Yunanistan ve
Anadolu’daki konumun ters açılardan farklı olmasının sonucunda buralarda devlet eliyle
çesitli yaptırımlar uygulanmıstır.
Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorlugu’ndan aldıgı toprakların batısında büyük oranda Rum
sayısı fazlayken, dogu bölgelerinde Müslüman sayısı ön plana çıkar: Selanik de
Müslümanların daha fazla oldugu kentlerden biridir (McCarthy, 1998b: 187).
Anadolu’da sayısı tam olarak belli olmayan miktarda Rum’un Yunanistan vatandası olması
ve bunların çogunun İzmir’de yasaması da ilginç bir saptamadır (McCarthy, 1998a: 90).
Bu saptama gösterir ki Ortodoks ya da Katolik olsun, Rumların içindeki bir grup, aidiyet
olarak kendisini daha net tanımlamaktadır. Bu Rumlar, Osmanlı Devleti’nin henüz
netlesmemis sınırları içerisinde yasasalar bile vatandaslık bagları baska bir ülkeye aittir.
Osmanlı’nın siyasi hatalarından biri olan kapitülasyonların sagladıgı ayrıcalıklar,
Avrupalıların himayesinde yer alıp Rum, Ermeni veya Yahudi olan bazı sahıslara da özel
statü olarak tanınmıstır (Anderson, 2001: 17). Bu gruplar ticaretin kendilerine saglamıs
oldugu özgürlük alanından faydalanmıslar; özellikle de Rumlar, Yunan Bagımsızlık
Savası’nda Yunanistan’a destek olmuslardır. Müslüman tebaa ise basta dini sebepler olmak
üzere çesitli nedenler sonucunda ticaretle içli dıslı olamamıstır.
2 6
Bunun yanında Müslüman ve Hıristiyan tebaanın özellikle dini açıdan tamamen esit
kosullarda yasadıgını ileri sürmek de açıkçası zordur: Osmanlı Devleti, kiliselerin iç
islerine karısmayıp onları özerk bir yapıda var olmalarına izin verse de bu dine mensup
üyeler, siyasi ve askeri alanlarda üst sınıflara pek yükselememektedirler (Anderson, 2001:
19).
Balkanlar ve Yunanistan’da yasanan gelismelerde “Büyük Güçler” olarak tabir edilen
devletlerin kendi ülkelerinin yararlarını da göz önünde bulundurarak uyguladıkları
politikaların bu bölgelerdeki yansımaları önemlidir (Anderson, 2001: 73-104). Bu konuda
Rusya ile Yunanistan arasındaki iliskiler dikkatle incelenmelidir ki bir devletin destek
görmeden bagımsızlıgını kazanması o dönem için oldukça güçtür.
Özerk bir yönetime sahip Yunan Devleti’nin kurulması için 1886 yılında İngiltere - Rusya
protokolü imzalanmıstır: Bu protokole göre Yunanistan yönetiminde Sultan’ın sınırları
Büyük Güçlerce belirlenmis bir rolü ve Fransa, Avusturya, ayrıca Prusya da antlasmanın
garantör ülkeleri olacaktır (Anderson, 2001: 84).
Yukarıda da açıklandıgı gibi Osmanlı’nın hâlen kendi sınırları içerisinde olsa bile Balkan
Devletleri üzerindeki hükmünün 19. yüzyılda son derece azalmıs olması, bu devletler
açısından bir süre sonra gerçeklesecek olan tam bagımsızlık ortamına hazırlık
niteligindedir. Gelismeler bu yönde ilerlemesine karsın Anderson; İngiliz, Fransız ve Rus
Hükûmetlerinin, bir dönem için, özerk yapıda bir Yunanistan’ı, bagımsızlıgını tamamen
kazanmıs bir Yunanistan’a tercih ettiklerini de sözlerine eklemistir; sebebi ise Avrupa’nın
mesruiyet temelli yönetimine zarar gelebilecegi endisesidir (Anderson, 2001: 92).
Yunanistan’ın bir ulus devleti kurma yolunda attıgı adımlara ragmen, ülkenin yönetim ve
kimlik yapısında karmasa hâkimdir. Nitekim halkın büyük bir bölümü yoksuldur ve
kendini “Yunan” olarak tanımlayan insanların ancak küçük bir bölümü ülke sınırları
içerisinde yasamaktadır (Anderson, 2001: 94, 95).
Ortodoks Kilisesi’nin Yunan halkı üzerinde önemi yadsınamayacak etkilerinden biri de
sudur (Glenny, 2001: 40): Çesitli gazetelerde ve yazısmalarda Rumca konusmayan halktan
“Les Grecs” olarak bahsedilmesi, onların Ortodoks Kilisesi üyeleri oldugunun
göstergelerinden biridir. Bunun yanında Rumca konusan halkın içinde de kendini
Hıristiyan, Romalı, Yunan gibi adlandırmalarla tanımlayanlar da mevcuttur. Misha
Glenny, Ortodoks Kilisesi’nin Yunan kimligini tanımlamada en önemli unsur oldugu
2 7
kadar, en tutucu unsur da olduguna dikkat çeker, öyle ki Osmanlı’da yasayan Rumlar
açısından da din zaten kültürden önce gelmektedir (Glenny, 2001: 42).
Bu ufak ayrıntı konumuz itibariyle önemlidir; çünkü fakirlik ve kötü yönetimle beraber
kargasa ortamını yaratan öteki sebeplerden biri de kimlik sorunudur. Kimlik sorunları
bagımsızlasarak homojenlestirilmis ulusal yapıda bir devletin önündeki en önemli
sorunlardan biridir. Bu sorun kanaatimizce Yunan tarafı için Lozan Mübadelesi’nin
gerçeklesmesine neden olan etkenlerin basında gelmektedir.
Buna paralel olarak Glenny de Rumların mücadelelerinin ideolojik yönünün agır bastıgını;
çünkü kimliklerini bütünüyle bilmedikleri yorumunu yapar (Glenny, 2001: 43). Aslında,
bu cografyada yasayan bir toplumun böyle bir sorunla yıllarca kavrulması olagan dısı bir
durum da degildir.
Yunan isyancıları arasında bölünmeye sebep olan diger bir unsur, kültürel miraslarıdır
(Gleny, 2001: 48). Yunan toplumu da bir tarafıyla Türk toplumuna benzer sekilde
Dogulu’dur ki iki toplum arasındaki geçmisten gelen ortak özellikler dikkati çeker; ama
Yunanlar diger bir taraflarıyla da Batılı’dırlar. Glenny, her iki Yunan’dan birinin Batılı ya
da Dogulu olmayı seçtigini imler (Glenny, 2001: 48); ancak atlanmaması gereken bir nokta
vardır: Osmanlı’nın mirasçısı olarak görülen Türkler, Bizans’ın mirasçısı olarak görülen
Rumlara oranla çeliskileri daha yogun bir “ikilik” arasında uzun yıllar yasamak zorunda
kaldıgı gibi hâlâ da yasamaktadır, oysa Yunan toplumu öbür yakaya eklemlenmeyi
basarmıstır.
Rumlar sadece ticaret gibi konularda degil, basta İstanbul Rumları olmak üzere bu halkın
içinde bazı kisiler Osmanlı devlet politikasında önemli roller oynama sansına sahip
olabilmislerdir (Glenny, 2001: 40). Daha sonra ayrıntılı olarak deginecegimiz gibi Lozan
Mübadelesi İstanbul Rumlarını kapsamamaktadır; bu durum onların Bizans’ın mirasçısı
olması ve kimlik sorunlarını yasamamalarından kaynaklanıyor olabilir.
Yunan Bagımsızlık Savası basladıgı zaman isyan sonucu yapılan kıyımlarda görülen
çeliskilerden biri, Mora ve Girit’te Müslümanlıgı önceden kabul etmis olan Rum nüfusun
da öldürülmesidir (Glenny, 2001: 45). Bu çeliskiler ve olaylar, Ortodoks Kilisesi’nin
toplum üzerindeki yaptırımını bir kez daha gösterir.
Girit gibi su anda Yunanistan’a baglı olan kentler ve adalar, Yunan uluslasması ve
bagımsızlasmasında Osmanlı’ya karsı isyanların yogun oldugu bölgelerdendir. 1866-1868
2 8
yılları arasında çıkan Girit isyanı, Yunan isyanına uluslararası bir boyut da getirmistir
(Anderson, 2001: 175, 176). Girit, bagımsızlasma süresince Osmanlı’nın basına oldukça
dert açmıstır; ada fethedildigindeyse öteki bölgelerde oldugu gibi Müslüman halktan
kimseler adaya akınlar halinde göç etmemislerdir. Girit’te yüksek sınıfa ait kisilerden
Müslümanlıgı kabul edenler olmustur; ancak bu kisiler Rumca konusmaya devam etmis,
adanın büyük bir bölümünde Osmanlı yönetimi benimsenmemistir (Glenny, 2001: 174).
Nitekim, Sabâ Altınsay’ın romanı Kritumu, Girit’in bu karmasık ortamını kurmaca bazında
basarılı bir sekilde sergilemektedir.
Birinci Dünya Savası ardından tamamen dagılan ve içinden yepyeni uluslar çıkan Osmanlı
İmparatorlugu topraklarının paylasılması konusunda Batı Trakya için Büyük Devletler
tarafından düsülen konum, bu bölgenin Yunanistan kontrolüne verilmesidir (Anderson,
2001: 368). Bu paylasımın sonucunda bölgenin önemli merkezlerinden biri olan Selanik13
kenti de Yunan yönetimi altında kalmıstır. Yunan ordusunun Batı Ege’yi isgali ile çok
çetin bir sürecin yasanmasına karsın, İzmir de dâhil olmak üzere (Anderson, 2001: 380),
yörenin Türkiye toprakları içersinde yer alacagı Lozan Antlasması ile kesinlesmistir.
Türkiye topraklarında yasayan yabancılar bu konferansın en önemli sorunlarından birini
teskil etmistir. Fransa basta olmak üzere konferasın diger katılımcı ülkeleri Türk
Hükûmeti’nin “yabancı hakları” konusunda Türklerle yabancılar arasında esit dagıtılmıs
haklar sunacagına pek ihtimal verememektedirler (Anderson, 2001: 382). Bahsi geçen bu
‘güçler’, batılı niteliklere sahip olabilecek bir Cumhuriyet’in kurulusuna ise destek
vermektedirler (Anderson, 2001: 403).
Yukarıdaki açıklamalarımızın ısıgında degerlendirmelerde bulunmak gerekirse bu güçlerin
Türkiye’ye olan güvensizliginin Lozan Mübadelesi’nin gerçeklesmesinde son derece etkili
oldugu kanısını tasıyoruz.
Balkanlarda Osmanlı yönetiminin zayıflıgını ve himayesinin yetersizligini gösteren
hâllerden biri de uzun süreden beri varlıgı devam eden “armatalos”lardır. Bu armatalos’lar
13 Selanik kenti de İzmir gibi büyük bir yangın atlatmıs ve yeniden insa edilmistir (Glenny, 2001: 290, 291).
Her iki kentin de isgal altında olup, hem mimari hem de nüfus yapısı açısından tekrar insa edilip bir nevi
yaradılısının degistirilmesi ilginç bir tesadüftür. Ancak bir gerçeklik daha vardır; o da bu yangınlar kentlerin
tarihini degistirmek adına bilinçli olarak düzenlenmistir. Selanik yangınıyla Venizelos, sehri kendi amaçları
dogrultusunda modernlestirmek daha açık bir ifadeyle yayılmacı planlarının -Megali İdea’nın- bir parçası
niteliginde degerlendirmistir (Glenny, 2001: 292). Bu yangın ve kentin degismesi, önemsiz bir ayrıntı gibi
gözükse dahi bir kentin kaderini dolayısıyla insanın kaderini degistirmekle aynı anlamlara gelir.
2 9
eskıyalar arasından seçilerek devlet yönetimi ve yasaları adına koruyucu zabıta rolünü
oynamıs, II. Mahmut zamanında da Yanya’daki Ali Pasa ordusuna katılmıstır (Glenny,
2001: 42).
Anderson, Osmanlı Devleti’nin çöküs sürecinde ortaya çıkan uluslararası sorunların / Dogu
Sorunu’nun Lozan Antlasması ile ortadan kalktıgını iddia eder (Anderson, 2001: 397).
Oysa bu kısmi bir çözüm olarak görülebilir ki esasında sorunlar farklı bir yöne çevrilmistir.
Nitekim Yakındogu’nun topraklarında her dönem çesitli problemler bas göstermistir.
4.1 Yunan İsgali Hakkında
Yunan Devleti, Batı Anadolu’yu isgaliyle (1919-1922) 10 Agustos 1920 Sevr
Antlasması’na göre Anadolu’dan toprak alma hakkına sahip olmaktayken Türk Kurtulus
Savası, bu planların degismesine neden olmustur.
Yunan isyanı kendi kendine olusmamıstır. Büyük Güçlerle birlikte Venizelos’un
uyguladıgı politikaların da isyan sürecinde yasananlara etkisi yadsınamayacak bir
gerçekliktir:
Alexander Pallis’in14 ifadelendirdigine göre Balkanlarla birlikte II. Abdülhamit
Dönemi’nde Girit’te meydana gelen olaylar ve 1908 yılında Jön Türklerin iktidarı ele
geçirmesinin de etkisiyle Yunanistan’daki cunta liderlerinin isi kolaylasarak 1909’daki bir
askerî darbeyle Venizelos’u hükûmetin basına getirmislerdir (Pallis, 1997: 18).
İsgal 1919’da baslamıstır. Bu ortamı hazırlayan olusumların tarihinin Büyük Britanya
Hükûmeti için Sir Edward Grey’in Yunanistan’a kendilerinin safında savasa katılma
kosuluyla “Batı Anadolu kıyılarında taviz verme teklifine” dayandıgı belirtilir (Pallis,
1997: 24).
Balkanlarda ulus-devlet kurma yönündeki yaklasımlar ne idiyse Yunan isgalinde de aynı
amaç tasınmaktadır; fakat Batı Anadolu’da Balkanlarda oldugu gibi Müslüman nüfus
dagınık degildir. Müslüman nüfusun sayıca daha fazla ve etnik olarak da yogunlukla Türk
olması, onlar açısından durumu dezavantaja çevirmistir (McCarthy, 1998b: 277).
Yunanların Anadolu topraklarından çıkarılmasında Türk Ordusu’nun sarf ettigi güç bilinen
bir gerçekliktir; fakat bu sonucun olusmasında özellikle Yunanistan açısından baska
14 Pallis’in kitabı Mübadele’den kısa bir süre sonra, 1937 yılında basılmıstır. Bu degerlendirmenin olaylar
henüz tazeyken ve 2. Dünya Savası öncesinde içerden bir bakıs açısıyla yapıldıgı unutulmamalıdır.
3 0
nedenler de bulunmaktadır. Misha Glenny bunları su sekilde izah etmistir (Glenny, 2001:
319):
“Yunanlılar’ın en büyük sorunları içerden kaynaklanıyordu. Ordunun morali çok bozuktu. 1920 yılı
geldiginde ordu sekiz yıldır savasıyordu. Devlet hazinesi bombostu ve Anadolu’nun isgalini sürdürmek
Mora, Attika ve Teselya’dan olusan Eski Yunanistan’da büyük sıkıntılara neden olmaktaydı. Venizelos bütün
enerjisini Paris’teki diplomatik mücadelede harcamaktaydı. Megali İdea’yı elde ettigine göre milliyetçi ruhun
dalgasına kapılıp tekrar iktidara getirilmeyi bekleyerek 1920 Kasım’ında seçime gitti” (Glenny, 2001: 319)
Görüldügü gibi Yunanistan ordusunun, çesitli etkenlerle daha kötü yönetilmeye baslaması
Türk ordusu açısından büyük bir fırsat yaratmıstır.
Pallis, Müttefik olarak isbirligi yapılan ülkelerin bu isbirligini bozabilecek bir noktayı su
biçimde ifade eder: Yunanları, İtilaf Devletleri ve Alman taraftarı olmak üzere ikiye ayıran
propaganda da Yunanistan açısından taktik hatalardan biridir (Pallis, 1997: 13).
Pallis’in Yunan isgalinin nedenlerini degerlendirdigi kitabında üzerinde özenle durdugu
noktalardan bir digeri, Yunanistan’ın Anadolu’ya asker çıkarmasının dezavantajlarının
Venizelos tarafından dahi bilinmesine ragmen,15 İngiltere basta olmak üzere Fransa, İtalya
ve Rusya’nın kendi çıkarları dogrultusunda uyguladıgı politikalar neticesinde Türkiye ile
savasa girismis oldugudur (Pallis, 1997: 17-92).
Bu asamada su ayrıntıyı ifade etmenin zamanı gelmistir:
Rusya, öteki İtilaf Devletlerinin aksine yasanan Bolsevik Devrimi ile birlikte iki senedir
Anadolu’ya karsı uyguladıgı politikanın açısını bir anda degistirmistir. Ruslar, Türk - Rus
Savası’nın ardından aldıkları Kars ve Ardahan’ı geri vermis, Türkiye’ye Kurtulus
Savası’nda para ve cephane yardımında bulunmuslardır (Pallis, 1997: 45, 79).
Bu politika degisikliginin belirgin sebebi Anadolu’yu önemsemekten ziyade devrime İtilaf
Devletleri tarafından gelebilecek zararları engelleyebilmektir.
Yunanistan’ın özellikle İngiltere nezdinde öteki Balkan Devletlerine oranla daha fazla ön
plana çıkmasının belli baslı sebepleri arasında Yunanistan’ın ekonomik olarak daha iyi
konumda ve bilhassa deniz ticareti bakımından Ege ve Karadeniz’deki en etkin Balkan
15 Bu dezavantajlar Pallis tarafından söyle sıralanır (Pallis, 1997: 31, 32): İlki Anadolu’daki Rum nüfusun
hem dagınık hem de sayıca Müslümanlardan daha az olmasıdır. Müslümanların çogunun geldikleri kültür
daha savasçı bir yapıdadır; ancak Hıristiyanlar askeri egitim almamıslardır. Baska bir sebep de Anadolu’nun
cografi yapısından dolayı savasın çok zor olacagının bilinmesidir. Ayrıca böyle bir savasın Yunanistan
üzerindeki mali yükü bir hayli fazladır ki ülke zaten yıpranmıs bir hâldedir.
3 1
Devleti olmasıyla birlikte, İngiltere ile aralarındaki mali alısveris sirkülasyonunun aktif
olması da gösterilmektedir (Pallis, 1997: 65).
Yasanan isgal, İzmir basta olmak üzere Anadolu kentlerinin zamanını âdeta “cehennemde
bir mevsim”e çevirmistir ki İzmir, isgalden kurtulduktan sonra hiçbir zaman eski
kozmopolit ortamını yakalayamamıstır.
Yunanistan ise bu savasın ardından ekonomik olarak çok zarar gördügü için kötü bir
devreye girmis, ülkede sosyal sorunlar bas göstermistir (Glenny, 2001: 326). Bu denli
olmasa da ekonomik sorunlar, küçük isletme sahibi yabancı uyruklu halk gittigi için
Türkiye açısından da geçerli olmustur (Glenny, 2001: 326). Sonuçta her iki toplum da uzun
yıllar süren önemli savasların içinden çıkmıstır; ancak su ayrıntıyı da eklemek gerekir ki
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk ekonomisi ve toplumsal hayatı her seye karsın -bugün
tam tersi bir durum söz konusu olsa da- Yunanistan’dan daha iyi bir konumdadır.
Yine hatırlamak gerekir; Yunanistan ve Türkiye’nin dünya üzerindeki sahip oldugu söz
hakkı zamandizinsel sıraları farklı da olsa tarihin eski dönemlerinde kalmıs; 18. yüzyıldan
itibaren her iki ülke de siyaset sahnesinde basta ekonomik yetersizlikleri yüzünden Batılı
Güçlerin nüfuzundan etkilenmistir.
4.2 Girit’te Yasananların Genel Bir Degerlendirmesi
İlk yerlesim bulguları MÖ 8000’li yıllara kadar giden (Gökaçtı, 1998: 34) Girit Adası’na
ayrı bir baslık olarak deginmemizin nedenlerinin basında Sabâ Altınsay ve Ahmet
Yorulmaz’ın romanlarında adanın merkez olarak ele alınmasından ileri gelmektedir. Girit
Adası, Akdeniz için önemli adalardan bir tanesi olmasının yanı sıra Ege Denizi’nin
Akdeniz’le birlestigi kritik bir bölgede yer aldıgı için de Türk-Yunan Savası’nda kilit
cografyalardan birini olusturmustur. Baska bir açıdan ise Girit olayları, Yunanistan’la
baglantılı sorunlarla neredeyse es zamanlı meydana çıkmıstır.
Girit tarihine bakıldıgı zaman 1692’de Osmanlıların yönetimi altına girmeden önce Küçük
Asyalılar, Roma, Venedikliler, Bizans gibi farklı toplumların egemenliginde kaldıgı
görülmektedir (Tukin, 1986: 85, 86 ve Gökaçtı: 1998: 34-37). Osmanlı Devleti adada
Hıristiyan nüfusla dengeyi saglayabilmek amacıyla Anadolu’dan Girit’e nüfus naklederek
Müslüman nüfus sayısını bilinçli olarak arttırmıstır (Tukin, 1986: 88). Buraya yerlestirilen
Müslüman nüfus zamanla kendi dilleri Türkçe yerine Rumca’yı benimsemislerdir.
3 2
Bu tarz dil / kültür degisimlerinin açıklamasını daha önce yapmıstık; tarihteki örneklerinde
göç alan yerlesim bölgelerinde yerlesik kültür göçebe kültürden daha baskın gelmistir,
bunun dogal bir sonucu ise, adadaki Müslümanların zamanla dil degistirip mevcut kültür
odaklarından etkilenmelerinin yanında, kendi kültürlerinden parçaları da mekâna ve ada
üzerindeki halka yansıtmalarıdır.
Adaya yerlestirilen Müslümanların kendi lisanlarını zamanla unutarak Rumca’yı
kullanmaları konusunda Nükhet Adıyeke, Ortodoks sınıfa mensup ruhbanların kendilerine
saglanan özgürlük ortamını “bilinçli bir sekilde” kullanarak Müslümanları etkilediklerini
belirtir (Adıyeke, 2000: 86).
Osmanlıların adada hâkimiyet kurmalarının ardından uzun bir süre Hıristiyanlar ve
Müslümanlar arasında önemli problemler yasanmamıssa da zamanla Osmanlı’nın öteki
bölgelerinde yasanan huzursuzluklar Girit’e de sirayet etmistir. Bunun bir yansıması olarak
da Girit’te 19. yüzyılda pek çok ayaklanma meydana gelmistir (Tukin, 1986: 89). Adada
ayrılıkları atesleyecek çesitli faaliyetleri olan gruplar da bulunmaktadır. Bunlardan biri,
yüzyılın baslarında ortaya çıkan, aralarında Rus ve Avrupalı sahısların da üye oldugu Filiki
Eterya dernegi gibi misyoner bir dernek, Rumları bagımsız bir yapıda bir araya
getirebilmek için çesitli çalısmalar yapmıstır (Adıyeke, 2000: 15).
Dönemin Rus Hükûmeti yani Çarlık Rusyası ise, İttifak Devletleri arasında yer alıp
Osmanlı aleyhinde fikirlere destek olmustur:
Çarlık Rusya, bu stratejinin bir uzantısı olarak Girit Bölgesi’nde kurulacak tampon bir
devletin varlıgını desteklemis, buna paralel olarak da 1828-29 yıllarında Osmanlı’yla
yaptıgı savasın ardından imzalanan Edirne Antlasması ile Yunanistan’ın bagımsızlıgını
Osmanlı Devleti’ne “dikte ettirmistir” (Adıyeke, 2000: 17). 1877-78 yılındaki Osmanlı -
Rus Savası’nın ardından imzalanan Ayastefanos Sözlesmesi’ne göre, “Balkanlardaki siyasi
dengeyi kendi çıkarları” yönünde yapılandırarak Girit’te uzlastırıcı ve müdahil bir rol
üstlenmeyi Rus Hükûmeti kendi yönetim kadrosu için uygun görmüstür (Adıyeke, 200:
27).
Ruslar, Çarlık Rusyası’nın yıkılması ve 1917 Bolsevik Devrimi’nin yapılmasının ardından
tam bir strateji degisikligine gitmistir.
3 3
Nükhet Adıyeke, 1868’de çıkan isyanla Girit’teki sorunların sadece “Türk - Yunan sorunu”
olmanın ötesine geçerek İngiltere, Fransa ve Rusya’nın bası çektigi devletlerarası bir
problem hâline dönüstügünü imler (Adıyeke, 2000: 22).
Adada yasayan halkın ulusçuluk fikirlerinden etkilenmelerinde ticaret kadar baska
faktörler de söz konusu olmustur:
Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda yogunlukla gerçeklestirdigi batılılasma hareketleri
sonucunda okur-yazar düzeyinin artmıs, kültür düzeyinin de yükselerek özellikle Rumî
halkın Avrupa ile olan baglarını daha da kuvvetlendirmis olması, Giritlilerin ulusçuluk
fikirlerinden etkilenmesinde rol oynamıstır (Gökaçtı, 1999: 17).
1878’de imzalanan Halepa Sözlesmesi’nin sartlarına göre de adanın yönetim yapısında
degisikliklere gidilmistir:
Bu sözlesmenin önemli maddelerine göre Girit valisi Hıristiyan birisi olacak ve 5 yıl
süreyle Büyük Devletler tarafından tayin edilecektir; Girit genel meclisinde Hıristiyan aza
sayısının Müslümanlardan daha fazla olması kosulunun yanında, yönetim ve memuriyet
kademelerinde de Hıristiyanların sayısı Müslümanlardan fazla olması kararlastırılmıstır.
Buna ek olarak belirtilmesi gereken baska bir madde de birbirinden ayrılan adli ve icra
kuvvetlerinde resmi dil olarak Türkçe’nin yanı sıra Rumca’nın da kabul edilmesidir. Buna
mukabil Bab-ı Âlî tarafından 1889 yılında yayınlanan bir fermanla Halepa Sözlesmesi ile
saglanan bu ayrıcalıklara kısıtlamalar getirilmistir. Bu kısıtlamalara ragmen bu sözlesme
sayesinde Rum halkı içinde ulusal bilincin olusması kolaylasmıstır (Adıyeke, 2000: 28, 29,
34-36, 147).
Adanın siyasi yapısında bunun gibi degismeler olurken paralelinde sosyolojik yapısında da
önemli degisimler gözlenmektedir: Girit Müslümanları ve Hıristiyanları arasında belirgin
sınıflasmalar olusmakta, kırsal kesimde yasayanların hayatı zaman ilerledikçe zorlasırken
kentte yasayan ve özellikle ticaretle ugrasan nüfus giderek zenginlesmektedir (Adıyeke,
2000: 84).
Egitim konusunda da Rumlar, Türklere oranla daha avantajlı konumda bulunmaktadır:
Rumlar arasında Yunanistan’a gidip orada egitim alan ve Girit’e geri dönen kisi sayısı
İstanbul’da egitim alan Türklerden daha fazladır (Adıyeke, 2000: 87).
3 4
İki farklı dine mensup bu gruplar arasındaki egitim yönünden olusan ayrım, elbette
farklılıklara da yol açmıstır. Öncelikle basın araç ve gereçlerinden Türklere oranla daha
fazla faydalanan Rumlar, ada üzerinde uygulanan propagandalara daha açıktır ki
“medya”nın toplum üzerindeki etkisi ve yaptırımları bilinen bir gerçekliktir. Bunun dısında
Osmanlı’nın matbaayı Avrupa’dan oldukça geç bir tarihte kullanmaya baslaması, Bab-ı
Âlî’de basın-yayın organlarının ancak 19. yüzyılda toplumdaki aydın kisilerin öncülügünde
yayın hayatına dâhil olmasının adada yasayan Müslüman Türkleri de bir sekilde
etkiledigini düsünüyoruz.
Toplumdaki asayisi koruma adına olusturulan kolluk kuvvetlerinden jandarma, zamanla
topluma yarar getirmekten çok, ada halkı için huzursuzluk kaynagı olmustur (Adıyeke,
2000: 137). Bu durum adada yasayan insanlar için dünyanın her bölgesinde karısık bir
yüzyıl olan 19. yüzyılın daha da zor bir devir hâline gelmesine neden olmus ve güvensizlik
ortamını daha da katmanlastırmıstır.
Girit, yasanan bu olayların gösterdigi gibi Büyük Güçlerin dogu politikasında uzun yıllar
önemli bir yer teskil etmistir. Uygulanan bu politikalar neticesinde ise adada durgun yahut
huzurlu dönemler pek yasanmamıstır. Nitekim kaos ortamı 1897’deki muhtariyetin
(özerkligin) ilanına kadar da devam etmistir. Venizelos ve Hükûmeti ise bu sürece, savas
ortamında Girit’in kendileri açısından tasıdıgı önemin bir ifadesi, bir nebze de olayları
mesrulastırma hissiyatıyla Adıyeke’nin dikkat çektigi üzere (Adıyeke, 2000: 150, 151,181)
“Girit Devrimi” adını vermektedir.
Muhtariyetle birlikte Girit’in sosyal, siyasi ve ekonomik yapısında bazı degisimler
meydana gelmistir. Sosyal yapıda meydana gelen degisimlerin en önemlilerinden biri
Giritlilik üzerinde durulmasıdır. Buna göre resmi dilin Rumca oldugunun ilan edildigi Girit
Kanun-u Esasi’sinde uzun zamandan beri Girit’te ikamet edenler, mensup oldugu millet ne
olursa olsun Girit halkından olanlar, Girit halkının özgürlügü için mücadele edenler
Giritlilik hakkını kazanmıstır (Adıyeke, 2000: 265, 266). Bu hakkaniyet göstermektedir ki
ait oldugu din, ırk, milliyet, mezhep ve benzeri ne olursa olsun belli kuralları yerine getiren
herkes Giritli olarak kabul edilmektedir; ancak siyasette paylar göründügü kadar esit
dagıtılamayabileceginden adadaki fiilî yasam bu sekilde tezahür etmemistir.
Girit’e muhtariyetin verilmesi Osmanlı’nın adadaki siyasi ve askerî açıdan (Adıyeke, 2000:
198) yönetim haklarını tam olarak kaldırmasa dahi; girilen bu yolun dönüsünün olmadıgı,
3 5
sadece bir geçisi yansıttıgı, ufukta gökle denizi ayıran çizginin gözüktügü, yalnız kopus
gününün gelmesinin her iki halk tarafından da sancılı bir sekilde beklendigi ifade
edilmelidir. Mehmet Ali Gökaçtı da Yunan Kralı’nın oglu Prens Georgi’nin adaya 1898’de
komiser olarak atanmasının gayriresmî yoldan Osmanlı hâkimiyetinin sonu oldugunu
belirtir (Gökaçtı, 1998: 38).
Adanın Osmanlı Hükûmeti ile Yunanistan arasında paylasılamaması, kaçınılmaz olarak
nitelendirilebilecek sonu gerçeklestirmistir. Girit olayları, Osmanlı - Yunanistan Savası’na
sebebiyet veren etkenlerin basında gelmektedir. 1913 yılında Londra ve Bükres
Antlasmalarıyla alınan kararlar sonucunda adanın Yunanistan’a ilhakı uluslararası
boyutlarda da netlesmistir (Gökaçtı, 1998: 38).
Mehmet Ali Gökaçtı’ya göre (Gökaçtı, 2004: 51) adada yasayan Yunan asıllı kisilerin yanı
sıra Müslüman ve İtalyanların da bulundugu, zıt unsurlarına ragmen birkaç yüzyıl
zıtlıkların uyumunun yasandıgı günler artık Girit’in mazisinde kalmıstır.
3 6
5 1923 LOZAN ZORUNLU NÜFUS MÜBADELESİ
Deniz kıyısındaki
o ahsap ev yıkılmadan,
taslıgında acı suyunu
kova kova çekip
taraçaya döken yorgun ihtiyar
Girit’ten getirdigi kitaplarını
kiloyla eskiciye satmadan,
teneke kutularda karanfil yetistirir,
nargilesini fokurdatırdı denize karsı.
Deniz, yumusak dalgalarla,
sallar, uyuturdu evi.
Evdeki öksüz kızlarını düsünürdü adam,
kim bilir kimlerle evlenip
nerelere gideceklerini.
Arada bir gemi geçip giderdi
Uzaktan uzaklara. (Çapan, 1998: 34)
Buraya kadar yaptıgımız degerlendirmelerdeki esas amaç; 1923 yılında gerçeklesen Türk-
Yunan Mübadelesi’ni ana hatlarıyla temellendirmektir. Bu bölümde ise Mübadele ayrıntılı
olarak ele alınacaktır.
5.1 Lozan Protokolü’ne Hazırlık Süreci
Yunanistan ve Türkiye arasındaki sorunların çözümü için önerilen Mübadele fikri yalnızca
politik düzlemde yer alan kisiler arasında degil, Tanin gazetesi gibi Türk medya
kuruluslarında daha önce de gündeme gelmistir (Zengin, 1998: 26). Toplum içinde bu
yönde çıkan haberlerin yankısı hakkında bilgi verilmese de en azından medya gibi güçlü
bir meta aracılıgıyla bir nebze de olsa Mübadele üzerine düsünüs biçimlerinin toplum
katına yansımıs oldugu ileri sürülebilir.
Lozan Sözlesmesi sonucu 1,200,000 civarında Anadolulu Ortodoks Rumla yaklasık olarak
400,000 Müslüman Türk’ün takası bilindigi gibi Mübadele kararı verilir verilmez ortaya
çıkmıs bir sayı ve süreç degildir. Unutmamalı ki aktardıgımız sorunların tarihi daha eskiye
dayanmaktadır, bunun bir getirisi olarak Anadolu topraklarındaki “göç” hareketleri de daha
evvel baslamıstır. Özellikle Anadolu’dan pek çok Rum, Mübadele gerçeklesmeden önce
Yunanistan’a göç etmistir.
Bu baglamla ilgili olarak Ayhan Aktar’ın sözlerine yer vermek gerekir (Aktar, 2005a: 42,
52-54 ve Aktar, 2005b: 119-125): Dogal kosullarla göç eden halk bir kenara bırakılırsa,
Mübadele yasanmadan önce “mübadele fikri” ortaya çıkmıstır. Buna göre, Balkan
Savasları sonunda yasanan kaos, mübadele fikrinin ilk kez ortaya atılmasına neden
olmustur. Osmanlı Devleti 1. Balkan Savaslarını kaybetmistir ve bu savaslarda en çok
3 7
zarar gören gruplardan biri Rumeli Müslümanlarıdır. Rumelili Müslümanların Anadolu’ya
göç etmesi beraberinde, Rum halkıyla aralarında sorunlar çıkmasına neden olmustur. Aynı
durum Trakya’dan Yunanistan’a göç eden Rumlar için de geçerlidir, onlar da Müslüman
köylülerle sorunlar yasamaktadırlar. Bu sorunları göz önüne alan Atina Elçilik Müstesarı
Galip Kemâli Bey, 12 Mayıs 1914’te Sadrazam Sait Halit Pasa’ya çektigi bir telgrafta
Makedonya’daki Müslümanlarla Aydın Vilayeti’nde yasayan Rumların zorunlu
tutulmadan Mübadele edilmesi için hükûmetten yetki ister; ancak Birinci Dünya Savası’nın
çıkmasıyla bu yöndeki çalısmalar fiiliyata geçemez.
Bunun yanı sıra Yunan Hükûmeti’nin Rumlara Ege adalarına yerlesmeleri yönünde yaptıgı
tesvikler sonucu Anadolu’dan adalara büyük bir kitle aynı dönemlerde göç etmistir (Aktar
2005b: 122). Bu tarz desteklerin etkisi ve Yunanların isgali kaybetmeleri neticesinde
Anadolu’da barınmalarının oldukça zorlastıgını fark eden Rumlar içerisinde Yunanistan ve
adalara göç had safhadadır: Bu göçmenlerin sayısı “…15 Aralık 1922 itibariyle 890.626
olarak tespit…” edilmektedir (Aktar, 2005b: 56). Bu rakamlar bize Lozan Mübadelesi’nin
aslında iki ülke arasında göç hareketlerine son noktayı koyup, bu hareketlenmeleri yasal
düzleme tasıdıgını da gösterir.
Yogun nüfus hareketleriyle beraber “toplumsal dengelerin” bozulması, Kemal Arı’nın da
altını çizdigi gibi Mübadele gibi bir takası bir nevi zorunlu hâle getirmistir; nitekim
göçmenlerin de göç etmek için deniz kıyısındaki sehirlere yıgıldıgı gözlemlenmistir (Arı,
2003: 6, 7). Bu insanlar, bir taraftan baslarına gelebilecekler için hazırlık yapmaya
çalısırlarken beklestikleri bu sahil kentlerinde oldukça zor kosullar altında hayatlarını
sürdürmüslerdir.
Baska bir taraftan da Yunanistan topraklarına göç edebilen Rumlar, yüksek düzeydeki
yıgılmalar sonucunda burada yasayan Türkler için zaman zaman önemli bir baskı unsuru
olmuslardır (Arı, 2003: 8).
Galip Kemâli Bey ve Venizelos arasında yapılması düsünülen antlasma gerçeklesmeyince
bu kez iki ülke arasına bir aracı koyularak çözüm üretilmeye çalısılır. Bu kisi Milletler
Cemiyeti’nce görevlendirilmis olan Dr. Fridtof Nansen’dir (Aktar, 2005a: 57). Dr. Nansen
karsılıklı yaptıgı çesitli görüsmeler sonucunda protokolun hazırlanmasına katkı saglayıp,
Nüfus Mübadelesi’ni teklif olarak sunar (Aktar, 2005a: 60); ancak Nansen’in ilk teklifi
olan Yunanistan’daki Müslümanlarla, İstanbul hariç Anadolu’daki Ortodoks Rumların
3 8
istege baglı olarak yerlerinin degistirilmesi fikri kabul görmez (Arı, 2003: 16). Bu noktada
dikkat çekmeliyiz ki Lozan Antlasması’ndan daha önce sartları kesinlesmese dahi
Mübadele’nin gerçeklestirilmesine karar verilmis, sadece protokolun toplanması
beklenmistir.
İki ülke arasında ‘bir mübadele’nin gerçeklesmesini ve bunun da zorunlu olmasını isteyen
ülkelerin basında İngiltere gelir. Böylece hem anlasmayı uygulamak kolaylasacaktır, hem
de bu insanların kendileri farkında olmasalar da yeni yeni olusmaya baslayan ‘dünya
düzeni’ne katkıları önemli ölçüde artacaktır (Oran, 2005: 163).
Uluslasma amacı bir kenara koyulursa Türkiye’nin Rumların gitmesini istemesinin öteki
nedenlerinin basında Büyük Devletlerin Hıristiyan azınlıkları kullanarak Osmanlıların iç
islerine karısmasını engellemek gelir. İkinci sebep olarak antlasmadaki “Azınlıkların
Korunması” bölümü sayesinde “Rumlardan mümkün oldugunca kurtulmak bu ‘pozitif
haklar’ın” müdahale etkisini ve Yunan isgalinin üzerinden çok zaman geçmedigi için
tekrar böyle bir durum içine girme riskini azaltma amacı gelmektedir (Oran, 2005: 165).
Protokol sonucu alınan kararlar dogrultusunda Çaglar Keyder; her iki ülkenin
politikacılarının da Wilson Prensiplerinin halkların kendi kaderlerini tayin etme ilkesini
benimsemekten çok, daha önce üzerinde durdugumuz gibi agırlıklı olarak “etnik
homojenlik” anlayısı çerçevesine baglı olduklarını yazmıstır (Keyder, 2005: 57).
5.2 Lozan Protokolü ve Mübadele
Lozan Barıs Konferansı, Türkiye ve Batı arasındaki savas ortamına son vermek adına
düzenlenmis olup, konferansta ekonomik, siyasal ve hukuksal problemlerin çözümleri
aranmıstır (Arı, 2003: 15). Antonios Pavlidis’in parmak bastıgı gibi Lozan’da yasananlar
diplomatik savası andırmaktadır; çünkü her ülke kendi ‘büyük çıkarları’nı gözetmektedir
(Pavlidis, 1997: 14). Lozan’da 1 Aralık 1922’de baslayan görüsmelerin sonucunda 30
Ocak 1923’te Yunanistan ve Türkiye arasında, Türk topraklarında yasayan Otodoks Rum
dinine mensup Türk uyruklularla Yunan topraklarında yasamakta olan Müslümanlıgı
benimsemis Yunan uyruklu kisilerin 1 Mayıs 1923 itibariyle mübadele edilmesine karar
verilmistir. Bu maddenin devamında yer alan hükme göre de Hükûmetler karsılıklı olarak
izin vermedikçe göç eden kimseler, terk ettikleri ülkeye yerlesmek için geri
3 9
dönemeyeceklerdir.16 Yalnız, Mübadele’de İstanbul’da yasayan Rumlarla Batı Trakya’da
ikamet eden Müslümanların kapsanmamasına karar verilmistir. Bu kararla beraber -her
kaynak farklı rakamlar telaffuz etse de- Anadolu’dan Yunanistan’a hemen hemen
1.200.000, Yunanistan’dan Türkiye’ye ise yaklasık 400.000 civarinda insan göç etmistir.
Görüldügü gibi Türkiye’den Yunanistan’a giden göçmenlerin sayısı, Türkiye’ye gelen
göçmenlerin sayısının 3 katı kadardır.
Yunanistan tarafı Mübadele’nin istege baglı olarak gerçeklestirilmesini teklif etse de böyle
bir göçün çok uzun sürecegi gerçegine dayanarak her iki ülkenin de ekonomik olarak bir an
önce kalkınmaya baslaması ve göç edenlerin ekonomiye katkı saglamaları amacıyla bu
istek kabul görmemistir (Arı, 2003: 17). Lozan’daki görüsmeler sırasında üzerinde en çok
tartısılan konulardan birini İstanbul Rumlarının durumu olusturmustur (Zengin, 1998: 47).
Zaten Mübadele kararına ragmen Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların tam
anlamıyla çözümü için de hakikatte Ankara Anlasması (1930) beklenmistir.
Mübadele’nin yürütülmesi içinse 11 üyeli Karma Komisyon olusturulmustur ki Yunanistan
ve Türkiye’den komisyon için 4’er üye seçilmis, bunlara ayrıca 3 tarafsız üye daha
eklenmistir (Zengin, 1998: 111, 112). Kuskusuz, bu tarafsız üyelerin komisyona
eklenmesindeki amaç, aradaki dengeyi saglayabilmektir.
Lozan Barıs Antlasması gibi büyük çaplı bir protokolde göç edecek insanların sosyolojik,
psikolojik ve ekonomik yönlerden nasıl etkileneceginin önemi arka planda kalmıstır.
Önemli olan tek tek insanlar degil; bu insanların bir bütün olusturdugunda yerlestirildikleri
ülkeye getirecekleri katkılardır. Nitekim sadece Yunanistan ve Türkiye’nin ülkesel
politikaları için degil, Batılı devletlerin kendi yararları için de bu olay gerçeklestirilmistir.
Mübadele antlasmasında yer alan maddelere göre17 “göçmenler (emigrants)” hiçbir engelle
karsılasmalarına izin verilmeden göç edebilecek, içlerinde kesinlesmis cezası olanlar
cezasını çekmesi için ya da sorusturması devam edenler yargılanmak üzere ilgili makama
ulastıkları yerde teslim edilecek, göçmenlerden vergi alınmadan her türlü tasınır mallarını
götürmelerine izin verilecek, mallarını götüremeyenler ise oldukları yerlere mallarını
bırakabileceklerdir. Bıraktıkları bu malların dökümü çıkartılarak degeri saptanacak, 4
nüsha hâlinde gerekli mercilere (bir tanesi yerel makamlarca saklanacak, biri karma
16 http://www.lozanmubadilleri.org/anlasma.htm
17 http://www.lozanmubadilleri.org/anlasma.htm
4 0
komisyona sunulacak, üçüncüsü gidilecek olan ülkenin hükûmetine verilecek ve sonuncusu
da bizzat göçmenin kendisinde kalacaktır) verilecektir. Eger malları zarar görmüsse de
tazminatları gittikleri ülkede kendilerine ödenecek, yahut o ülkenin borç hesabına dâhil
olacaktır. Baska bir maddeye göre de göçmenler gittikleri ülkede, kendi mallarının degeri
ve niteligi karsılıgında mal alabileceklerdir. Yine, hükûmetler arasındaki arıtım islemleri
sonucunda borçlar birbirine denk çıkarsa hesap kapanmıs olacak; ancak denklestirme
sonucunda bir taraf digerine borçlu durumda kalırsa, bu borcun degeri karsılıgında borçlu
taraf öteki hükûmete pesin para ödemek zorunda kalacaktır (Arı 2003: 20). Bu isler içinse
Türkiye ve Yunanistan’da kurulmak üzere savasa katılmıs devletlerin üyelerinden
meydana gelen karma bir komisyon olusturulmustur. Bu komisyon gerekli durumlarda alt
komisyonlar meydana getirebilme hakkını da elinde bulundurmaktadır (Arı, 2003: 19).
Sunu belirtmek gerekir ki bu maddeler her ne kadar göçmenlerin haklarını korumaya
yönelik hazırlansa da göçmenler, gittikleri ülkede oyunun bir kuralıymısçasına maddi -
manevi zararlarla karsılasmıslardır.
Renée Hirschon, Mübadele’nin her iki ülke için “asimetrik” özelliklere sahip sonuçlarının
oldugunu belirtir (Hirschon, 2005: 17). Bu asitmetrik deneyimler kısaca siyasi, ekonomik,
demografik, kültürel ve toplumsal genel baslıklarının yanında son olarak yerlesim düzeni
adı altında da toplanır (Hirschon, 2005: 17-28). Nev-i sahsına münhasır bu takasın
sonuçlarını ayrıntılı olarak bir sonraki asamada degerlendirecegiz; fakat bu asamada
Hirschon’un su saptaması belirtilmelidir: Zorunlu göçe tabi tutulan Müslümanlar ve
Ortodoks Rumlar için Mübadele, kendi vatan topragına dönüs degildir (Hirschon, 2005b:
11).
Bugün Lozan Mübadelesi ile ilgili olarak yapılan tartısmalardan biri, ‘Mübadele’nin sart
olup olmadıgı yönündedir. Bazı arastırmacılar tarafından o dönemin açıkladıgımız sartları
içinde iki devlet arasında yapılması zorunlu olan bir sözlesme oldugu da savunulmaktadır.
Bunun yanında bazı arastırmacılarsa karsı bir tez ileri sürerler ki bu arastırmacıların
yaklasımları konu üzerinde daha fazla çalısılarak baska çözümler bulunabilecegi
yönündedir. Geriye dönme olanagı olmadıgından bilim adına bu çesit tartısmaları
sonlandırmak oldukça güçtür. Yalnız eklemeliyiz ki dönemin kosulları içerisinde farklı
çözüm yolları üretilebilme ihtimali, bu çözümlerin daha iyi bir seçenek olduguna ilk elde
isaret etmez. Mübadele Sözlesmesi’nin maddeleri de hukuk önünde kabul edilen
4 1
kosullardır; oysa reel ortamda yani baska bir ifadeyle uygulama sahasına geçildigi zaman
yasanılanlar, hukuksal süreçte kabul edilenlerle paralel gitmeyebilmektedir. Bu sonucun
nedeni tabii ki insan faktörünün devreye girmesidir, öyle ki insan, uluslararası alanda çok
önemli bir sözlesmeyi kendi varlıgını ortaya koymasıyla fiziki gerçeklik düzleminde
parçalamaktadır.
5.3 Mübadillerin Anadolu’ya Yerlestirilmesiyle İlgili Yasanan Sorunlar
Türkiye’de mübadillerin karsılasacagı sorunları bertaraf edip, yerlesmelerini ve bir nevi
topluma uyumlarını saglamak amacıyla Mübadele kararından kısa bir süre sonra 8 Kasım
1923’te İmar ve İskân Kanunu da çıkarılmıs (Arı, 2003: 33-36), İzmir mebusu Mustafa
Necati Bey de Mübadele İmar ve İskân vekili seçilmistir (Zengin, 1998: 70). Mustafa
Necati’nin 6 Mart 1924 tarihinde Adliye Vekili olarak atanmasıyla birlikte Mahmut Celal
Bayar bu göreve getirilmistir (Cengizkan, 2005: 307).
İmar ve İskân Kanunu’na göre Türkiye’ye göç edenlerin nakil, barınma, beslenme ve
yerlesme islemlerinin yerine getirilmesi görevi İmar ve İskân Vekâleti’ne verilmis,
ardından da Vekâlet bu görevini yerine getirebilmek için arka arkaya çesitli
Talimatnameler (bunlardan biri de İase18 Talimatnamesi’dir) yayımlanmıstır (Zengin,
1998: 78-80).
Mübadiller, Balkanlarda sorunların baslamasıyla beraber daha önce yasadıkları yerlesim
yerlerinde rahat edemez hâle gelmislerdir. Bu tarz yasayısın dozu, Lozan Antlasması’yla
beraber azalmak yerine artmaya baslamıstır; çünkü Rumlar Yunanistan’a göç etmeye
baslamıslar; keza Müslümanlarla Rumlar yan yana, iç içe hatta aynı evde yasamak zorunda
kalmıslardır (Zengin, 1998: 159). Sonunda Müslümanların göç etmeye baslamaları ise
problemlerinin bitmesi degil, yön degistirmesi olarak tanımlanabilir; çünkü onları
Türkiye’de farklı zorluklar beklemektedir.
Türkiye ile Yunanistan arasında yer degistiren insanların sayısı düsünülünce Yunanistan’ın
imar ve iskân konusunda Türkiye’den daha dezavantajlı oldugu ortaya çıkar; fakat Türkiye
cografyasında da farklı açılardan problemler meydana gelmistir. Gerçi bu konuyla ilgili
18 İase kelimesi Arapça kökenlidir. İlk anlamı “yasatma” olmakla beraber ikinci anlamı “geçindirme,
beslenme”yi yüklenir (Develliloglu, 1999: 401). Dikkat edilirse çıkan bu talimatnamenin adından da
anlasılacagı gibi göçmenler için çok önemlidir; çünkü her ne kadar öncelikli amaç beslenme problemlerini
çözmek olsa da kelimenin ilk anlamı düsünülürse mübadillerin yasama devam edebilmelerine de isaret
ettigini görebiliriz.
4 2
olarak sosyoekonomik ve fiziki topografya çıkarılmaya ve mübadiller uygun mevkilere
konuslandırılmaya çalısılsa (Arı, 2003: 49, 50) da istenen sonuçların alınmasında bazı
pürüzler ortaya çıkmıstır.
Günümüzde büyük kentlerde yasamak, kentin sorunlarını da hayatta duyumsayıp
kabullenmek zorunda kalarak sehre ayak uydurmak olarak betimlenebilir ki yasanılan sehir
zaman mevhumunu belirsiz kılabilir. Yunanistan’dayken daha küçük yerlesim
merkezlerinde yasayan mübadiller, Türkiye’de Rumlardan geriye kalan evlere
yerlestirildiklerinde de sehir hayatının çesitli zorluklarıyla yüzlesmek zorunda kalmıslardır:
Köylere yerlestirilecek mübadillerin isi sehirlere yerlestirilenlere oranla daha kolaydır ki
iskân edilme sürecinde ele alınan kıstaslar daha ziyade köyler için geçerli olmakla beraber,
o günün kosullarında onları bekleyen sehir hayatı daha belirsiz bir yasama adım attıklarının
baska bir göstergesidir. Ayrıca sehir hayatının bürokrasisi de göçmenlerin mallarının
karsılıgını almalarını zorlastırmıstır; ama bunun yanında her daim oldugu gibi o dönemde
de ekonomik açıdan sınıfsal farkını kullanarak sartları kendi lehine çevirip, olumlu
kosullara daha çabuk ulasanlar da olmustur (Gökaçtı, 2004: 250, 252, 253).
Türkiye açısından öne çıkan sorunlar ‘yapısal engeller’ ve ‘konjonktürel sorunlar’ olmak
üzere iki asamada degerlendirilebilir (Aktar, 2005b: 126-141): Konjonktürel sorunların
ilki; Yunanistan da dâhil olmak üzere bazı Batı ülkelerinin Anadolu’yu isgal etmesinin
sonucunda, Anadolu topraklarının 1. Dünya Savası’nın ardından savas bölgesi hâline
dönüsmesi ve halkın büyük zararlar görmesidir. Konjonktürel ikinci sorun ise Rumların
Yunan isgali ve 1. Dünya Savası sırasında büyük oranda ülkeyi terk ederek fiilî manada
Mübadele’yi tek taraflı gerçeklestirmelerinin yanında, Mübadele kararı ile Müslümanların
Yunanistan’dan Türkiye’ye gelmelerine kadar geçen sürenin bir yıl kadar bir zaman
dilimini kapsamasıdır. Rumlar, Anadolu’yu Mübadele kararı verilmeden daha önceden
yavas yavas terk etmeye baslamalarına ragmen, orada yasayan Müslümanlar için aynı
durum söz konusu degildir. Bu yasantının bir sonucu olarak Yunanistan’a göç eden
Rumlarla orada yasayan Müslümanların yan yana barınmaları, özellikle ülkeyi terk
edecekleri kesinlesen Müslümanlar için hayat kosullarını oldukça zorlastırmıstır. Rum
halkı da İzmir’in 9 Eylül 1922’de isgalden arındırılmasıyla Anadolu’da yasayamaz hâle
gelmelerinin olumsuz bir sonucu olarak, bu tarihten 1923’e kadar geçen süre içerisinde göç
hareketlerine devinim kazandırmıstır.
4 3
Yapısal sorunlar baslıgı altında ele alınması gereken ilk madde, takas edilen halkların
köken açısından farklı olmasıdır. Anadolulu Rumların çogunlukla sehirli ve Yunanistanlı
Müslümanların da köylü olması, Türkiye’ye yerlesen göçmenlerin özellikle sosyolojik
bakımdan sorunlar yasamalarına neden olmustur (benzer sorunlar Yunanistan’a göç
edenler için de düsünülebilir) (Aktar, 2005b: 139). Dogal olarak Anadolu’ya yerlesen
insanlar, daha önce uzagında oldukları yasam standartlarına uyum saglamakta
zorlanmıslardır. Yapısal ikinci problemse Türkiye’ye gelen göçmenlerle ilgili bilgi
eksikliklerinin sonucunda yasanan iskân sorunları olarak saptanmıstır; keza göçmenler
arasında da kendi kültürlerine hiç uygun olmayan yörelere yerlestirilenlerin sayısı bir hayli
fazladır.
Bu sorunu su sekilde katmerlendirebiliriz; cumhuriyetin kurulmasıyla Türkiye hem
toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatta önemli bir kavsaga girmekte, hem de yeniden
yapılanan bu yapı içerisinde mübadiller yeni bir forma bürünmeye çalısmaktadır. Bu
yüzden mübadillerin sorunları, normal kosullara sahip olmadıklarından daha da
artmaktadır.
Saglıklı bir iskân politikasının yapısal olarak üçüncü engelini bu görev için tayin edilen
memurların niteligi olusturur; bu kisilerin arasında ordudan ayrılanlar, emekli askerler ve
isinden tasfiye edilmis eski memurlar da bulunmaktadır (Aktar, 2005b: 141). Ayrıca iskân
sürecinde görev yapan memurların islerinde yetersizligi de mevcut sorunların artmasına
neden olmustur.
Yukarıda belirtilen engellerin bir uzantısı olarak mübadiller, sanıldıgı gibi Yunanistan’a
göç eden Rumlardan sayıca az olmalarının avantajını kullanarak Anadolu’ya
yerlesmemislerdir.
Anadolu’nun mübadillerin yerlesmesi için çesitli yerlesim tasarımlarına ayrılmasının en
önemli sebebi, Rumlar göç ettikten sonra kalan malların dagılımından kaynaklanmaktadır
(Arı, 2003: 53). Böylece Anadolu’ya gelen göçmen grubun buralara yerlesebilecegi
düsünülmüstür.
Lozan Protokolü’nde saptanan maddelerin içerdigi belirsizlikler beraberinde göç edecek
kisilerin mallarının degerinin nasıl saptanacagı, tasfiye islemlerinin hangi yollarla
yapılacagı gibi soruları da getirmistir. Uygulanan yöntem, bu soruların arkasından
gelebilecek farklı sorunların çözümünün komisyonlara bırakılması olmakla birlikte, bu kez
4 4
de her komisyonun içerikte farklı yapı sergilemesi problemi ortaya çıkmıstır; çünkü bunlar,
hos olmayan çesitli davranıslara açık uygulamalardır. Göçmenlerin Türkiye’ye bir an önce
getirilmesi gerektiginden malların saptanması konusunda uygulamada antlasmadan daha
farklı bir yöntem izlenmek zorunda kalınmıstır ki Müslüman grup mallarını çogu zaman
kendisi tespit edip, kendi semtinin ihtiyar heyeti üyelerine teslim etmistir. İhtiyar heyeti de
kendilerine sunulan bu beyannameleri komisyonlara iletmistir. Sistemin bu sekilde
islemesindeki en büyük neden, komisyonun tek tek sahıslara ve ailelere ait malları
saptamasının çok uzun zaman alabilmesi riskidir (Arı, 2003: 72, 73-75).
Yunanistan’dan gelirken göçmenlerin ellerinde olması gereken belgeler su sekilde
sıralanmıstır (Arı, 2003: 89, 90):
1. Aile Kimlik Belgesi,
2. Ası Belgesi,
3. Tasfiye Talepnamesi,
4. Yunan makamları tarafından Müslümanların mallarına karsılık verilmis olan çesitli
makbuz ve resmî tutanaklar.
Tüm bu maddelere ek olarak belirtmek gerekir ki Türkiye’ye gelir gelmez göçmenlere
“ilgili iskân müdürlügünce ası durumunu ve iase edildiklerini gösteren bir baska kimlik
daha…” verilmektedir (Arı, 2003: 90). Bu kimlik tam anlamıyla bütünü kapsamasa da
modern devlet yapısının ‘insan’ üzerindeki nüfuzunun temsilidir. Mübadiller de bu
modernlesen devletin sınırları içerisine dâhil olduklarından, ellerinde bulunan belgelere
karsın kimliklerinin üstüne bir kimlik daha eklenmistir.
5.4 Mübadillerin Anadolu’ya Göç Etmesiyle Gelisen Ortam
Bu insanların “zorunlu göçmen” olarak seçilmesinin baslıca nedenlerinden birinin,
kullandıkları lisanın göç edecekleri ülkedeki insanların lisanından farklı olsa da kendilerini
daha yakın hissetikleri kültürün, yasadıkları ülkelerin kültür yapısı olmamasından
kaynaklanabilecegini uluslasma baslıgı altında belirtmistik.
Anadolu halkı her ne kadar savaslardan son derece zarar görmüs ve yorgun olsa da
mübadilleri genel olarak sıcak, hosgörülü yaklasımlarla karsılamıstır. Nasıl ki kamuoyunda
mübadillerin Anadolu’ya gelisleri ile beraber toplum içinde heyecan bas göstermis ve halk
elinden geldigince göçmenlere yardım etmeye çalısmıstır (Arı, 2003: 90). Hatta mübadiller
4 5
için yardım kampanyası düzenleyenler sadece Türkiyeli Müslümanlar degildir; Museviler
de hahambaslarının öncülügünde bir yardım kampanyası baslatmıslardır (Gökaçtı, 2004:
190).
Gökaçtı ve Arı, mübadillerin iskân edilecekleri yerlerdeki evlere yerlesememelerinin
nedenini, bu mekânların “fuzuli isgal” altında olmasına baglar (Gökaçtı, 2004: 195 ve Arı,
2003: 105). Oysa bu evleri, haksız yere isgal eden fırsatçıların dısında Türkiye’ye özellikle
Kafkaslardan gelen göçmenler basta olmak üzere savas döneminde zarar gören
felaketzedeler, İzmir yangınında evlerini kaybeden harikzedeler ve mülteciler de
kendilerine mesken edinmislerdir. Gerçi Kemal Arı’nın da belirttigi gibi bazı evler yerli
halka kiralanmıs olmasının yanında hükûmetin de yerlestirme çalısmalarında yanlıs
uygulamaları olmustur (Arı, 2003: 115). Bu haklı açıklamaların yanında hatırlanması
gereken bir durum var; o da dönemin zorluklarını salt mübadillerin degil; dili, dini, ırkı,
uyrugu ne olursa olsun bu topraklar üzerinde yasayan bütün insanların yasamıs oldugudur.
Bunun dogal bir sonucu olarak, daha iyi yasam kosullarına ulasmak için kendilerine bosluk
açmaya çalısmaları pek yadırganmamalıdır (en azından bulundugu veya baglı oldugu
konum ne olursa olsun her türlü fırsatçıyı bir kenara bırakırsak o günleri yasayan bir grup
insan için bunun düsünülmesi gerekir).
Savastan zarar gören masum halkın dısındaki bazı güçlerin Rumlardan kalan yerleri isgali,
farklı bir degerlendirme boyutunu gerektirir. Nitekim Rumlarla Ermenilerin büyük
çogunlugunun Anadolu’yu terk etmesinden sonra, onlardan geriye kalan bos arazi ve evleri
‘yerel düzeyde güçlü’ ya da ‘politik baglantıları kuvvetli’ sahıslar elde etmislerdir. Bu
tespitlere, Mübadele ile birlikte bu malların devletin mülkü hâline gelerek uluslasma
sürecine dâhil oldugunu da eklemek gerekir (Keyder, 2005: 62).
Mübadillerin iskânı esnasında çesitli gazetelerde çıkan haberlere göre komisyon
üyelerinden Tevfik Rüstü Bey ve Mösyö Papas arasında bir anlasma yapılmıstır. Bu
anlasmaya göre; Türkiye’den kaçan Rumlar geri dönüp, mallarını tekrar alabileceklerdir.
Bu haberlerin kamuoyuna yansımasıyla birlikte mübadiller karara yogun tepki
göstermislerdir; çünkü hem yurtlarından olmuslar hem de yeni yurtlarında mülksüz kalma
riski ile karsı karsıya kalmıslardır (Gökaçtı, 2004: 216, 217). Bu olay her ne kadar
dogrulugu tartısılabilecek bir haber olsa bile, mübadillerin Anadolu’ya yeni gelmis
olmalarına ragmen burayı benimseyip sahiplendiklerine de delalet eder.
4 6
5.5 Lozan Mübadelesi’nin Türkiye’ye Çesitli Açılardan Yansıması
Yunanistan’a göç eden halkın Yunan toplumunun hayatına etkisi, Türkiye’ye göç eden
grubun Türk toplumuna etkisinden daha fazladır (Keyder, 2005: 59). Bu etkinin en önemli
nedeni, daha önce Hirschon’un sözü edilen asitmetrik sonuçlarından ileri gelir:
İki ülkenin birbirlerinden karsılıklı aldıgı göçmen sayısı arasında tahminlere göre üç kat
kadar fark vardır. Ayrıca baska bir asimetri de Yunanistan ve Türkiye’nin genel nüfusu
arasındaki farktır; Türkiye savaslarda ve savasların sonrasında birçok insanını kaybetse
dahi mübadiller, maddi ve manevi olarak toplum içinde daha küçük bir alan isgal
etmektedir.
Uluslasma adına gerçeklestirilen bu degis tokusun Yunanistan ve Türkiye’deki geçis süreci
birbirinden farklılık gösterir (Keyder, 2005: 60): Yunanistan, ulusal devletin gerçek
özelliklerine Türkiye’den daha önce ulasmıstır. Yunanistan’a göç eden Ortodoks Rumlar
hazır yapının içine bir sekilde dâhil olduklarından edebiyat, kültür, müzik gibi alanlarda
kendilerini Türkiye’ye göç eden Müslümanlardan daha önce gösterebilmislerdir. Buna
mükabil Müslümanlar, kendilerini bu çesit hazır bir yapının degil de ulus devletin
olusumundaki en önemli halkalardan biri olarak bulmuslardır. Uluslasma kavramını ve
Osmanlı uluslasmasını degerlendirdigimiz bölümde vurguladıgımız gibi, mübadillerin
Türkiye’nin ulus-devlet olma sürecine etkisi yüksektir.
Göçmenlerin yerlesmelerini sagladıktan sonra üzerinde durulan ilk islerden biri, toplum
içindeki etkinligini artırabilmek amacıyla onları üretici konumuna getirebilme adına
yapılan çalısmalardır (Arı, 2003: 129). Onları üretken hâle getirmek, özellikle o dönemin
kısıtlı ekonomik kosullarına sahip Türkiye’si için gerçekten güçtür. Bir kere Mübadele
edilen halk, ekonomik anlamda Rumların bosalttıgı alanı esit kosullarla doldurabilecek
niteliklere sahip degildir; nitekim daha önce de dikkat çektigimiz gibi aileler, ticaretle
ugrasmıs olan Rumların aksine çiftçi kesiminden olusmaktadır. Rumların Osmanlı’da
ticaret kollarını ellerinde bulundurmalarından dolayı onların gitmesiyle bu alanlarda büyük
bosluklar olusmustur.
Mübadillerin çiftçi insanlar olmaları, onların Rumlardan arta kalan tarım topraklarını
paylasmalarında sorunlar yasamalarına ve göçmenlerin ekonomik yönden üreticiye
dönüsmeleri sürecinde, tarımsal üretim açısından Türkiye’nin Yunanistan’a oranla daha
fazla sorunla bogusmak zorunda kalmasına neden olmustur (Arı, 2003: 130).
4 7
Mübadillerin farklı toplum kesimlerinin özelliklerine sahip olmaları, onların bosta kalan bu
ticaret aglarından faydalanamamalarının etkenlerinden biri olarak görülebilir; ancak bu
yeterli bir sebep olarak ele alınmamalıdır. Bu konuyla ilintili olarak Çaglar Keyder
dönemin Türk ticaret yapısı ile ilgili su noktaları imlemistir (Keyder, 2005: 63):
Dönemin Müslüman is adamları, olusum asamasında olan yeni ekonomide kendilerine is
fırsatları yaratmayı basarmıs olmalarının yanı sıra, devlete Rum tüccarlara oranla daha
baglı olmalarının avantajını kullanarak Rumlardan arta kalan ticaret aglarını elde etmekle
kalmayıp, politik düzlemde de kontrol mekanizmasına dâhil olabilmislerdir. Tekrar
etmeliyiz ki Türk burjuvazisi, daha sonraki yıllarda farklı yapılara bürünse de bu dönemde
devlet eliyle olusturulmustur.
Göçmenler; Anadolu’ya gelene kadar yasadıkları zorlukların yanında, burada sistem
eksikliginden kaynaklanan sorunlarla da bas etmek zorunda kalınca oldukça güç durumlara
düsmüslerdir (bir grup göçmen boslukları kullanarak yüksek gelir elde edebilmistir; fakat
bu durum genele yayılmamalıdır). Bu sebeple bir kısım mübadil; hayatlarını tamamiyle
degistiren dıs göçün ardından daha iyi hayat kosullarına ulasabilmek, is olanaklarını
artırabilmak, tanıdıklarının yakınında olabilmek gibi nedenler adına bir de iç göç yasamak
zorunda kalmıstır (Arı, 2003: 147-158). Hatta iç göç sebebiyle 28 Ekim 1925 tarihinde
Türkiye’ye daha önceden gelmis ve daha sonra gelecek olan göçmenler için, göç ettikleri
yerde bes yıl süreyle oturmaları zorunlulugu getirilmistir (Arı, 2003: 155).
Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan Lozan Sözlesmesi’nden sonra bu antlasmayı
tamamlayıcı nitelikte olan bir antlasma daha imzalanmıstır. Bu antlasma 10 Haziran 1930
tarihli Ankara Anlasması’dır (Arı, 2003: 161). Bu sayede İstanbul Rumları ile Batı Trakya
Türkleri ‘établis’ nitelemesiyle tanımlanmaya baslanmıs, mübadillerin mülkiyet hakları
tamamen Yunan Hükûmeti’ne, buradan giden Rumların malları da Türk Hükûmeti’ne
devredilmistir (Arı, 2003: 162).19 Bu anlasmayla beraber iki ülke arasında Mübadele’den
kalan pürüzler de yok edilerek, göçmenlerle ilgili uluslararası yasal problemler tamamen
çözüme kavusturulmus gibi gözükmektedir.
19 Bu konuda Pavlidis ve Zengin, Mübadele Sözlesmesi’nin 2. maddesine göre sadece İstanbul’da yasayan
Rumlar için “établi” yani “yerlesmis” sıfatının kullanıldıgını belirtirler (Pavlidis, 1997: 16 ve Zengin, 1998:
187, 188). Ancak maddede açık bir sekilde hem 1913 Bükres Antlasması ile çizilen sınırın dogusunda kalan
Batı Trakya’daki Müslümanlar hem de 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’da oturan Rumlar için kullanılmıstır
(http://www.lozanmubadilleri.org/anlasma.htm).
4 8
Mübadele kararı verilmeden önce de Yunanistan’dan Türkiye’ye göçler olmustur. Basta
Selanikli is adamları olmak üzere ticaretle ugrasan bazı kisiler, Mübadele’yi beklemeden
Türkiye’ye göç etmisler ve ‘devlet’in de destegiyle Türkiye’nin sanayilesmesinde öncü
rolü üstlenmislerdir (Gökaçtı, 2004: 265-267).
Bu sayede iki ülkede de yeni olusumların katmanları arasındaki yapıstırıcı niteligi gören ve
Türkiye’de, Ece Ayhan’ın sözlerinde oldugu gibi âdeta “gizli bir vezin geregi” mübadil
olarak adlandırılan göçmenler, yavas yavas istenilen bagı olusturmaya baslamıslardır.
Mübadele Sözlesmesi’nden hem önce hem de sonra göçün insanlar üzerindeki fiziksel
olarak hasar bırakıcı etkilerinden biri de saglıksız kosulların neticesinde ortaya çıkan
hastalıklar ve bu hastalıkların akabinde gelen ölümlerdir (Türker, 1998: 36). Bu yüzden
pek çok aile parçalanıp dagılmıstır. Bu fiziki harabiyet kaçınılmaz olarak kusaklardan
kusaklara aktarılan ruhsal sorunları da beraberinde getirmistir.
5.6 Zorunlu Göçün Mübadillere Manevi ve Kültürel Etkileri
Göç olgusunun insan hayatına baslı basına bir etkisi oldugunu önceden açıklamıstık. Bir
göç türü olan Mübadele, Anadolu’ya gelen insanların hayatını deyim yerindeyse ters yüz
etmistir. Kemal Arı’nın da isaret ettigi gibi Mübadele’yle birlikte gelen göçmenler toplum
yapısında önemli uyum sorunlarının dogmasına neden olmuslardır (Arı, 2003: 164). Bu
toplumsal uyum sorunu ise bilissel etkilerden uzak tasavvur edilmemeli; aksine bir bütün
olarak ele alınmalıdır.
Göçmenlerin yerli halkla kaynasmasıysa kimi zaman daha zor kosullarda gerçeklesmis,
kimi zaman daha kolay olusagelmistir. Eger topluluk hâlinde bir göç yasanmıssa
göçmenlerin kendi kültürleri daha baskın gelmekte, parçalanmıs olarak göç etmislerse de
yerli halkın kültürünü benimseme yönünde bir egilim gözlemlenmektedir (Arı, 2003: 167,
168). Bu egilimin yanında “kisi”, en nihayetinde insan teki oldugu için her ne kadar grup
içinde kendi kültürel varolusunu gerçeklestirse de toplumla uyum içerisinde bir gelisim
sergilemiyorsa (toplumsal uyumdan kastımız, belli bir dizgeye eklemlenen bir parça olmak
degildir), psikolojik açıdan yıkıma ugramaması düsük bir olasılıktır ki aykırı kimliklerde
buna kolaylıkla rastlayabiliriz.
Bu uyum sürecinde özellikle de yerli köy halkı da teknik anlamda kendine ait bazı kültürel
benimsemeleri bırakıp, göçmenlerin kültürüne yönelmistir (Arı, 2003: 169).
4 9
Yasadıkları kimlik çatısmalarını simdilik bir kenara bırakırsak, kimliklerini gizleme
mecburiyeti hissederek de ayakta kalmaya çalısanların sayısı azımsanamayacak kadar
çoktur. Genç mübadiller, Yunanca’yı anadilleri gibi iyi konusabildiklerinden; kimi zaman
gerçek kimliklerini gizleyip Rum ustalarının yanında çalısmıslar ve çesitli zanaat
dallarında usta olabilmislerdir (Gökaçtı, 2004: 260). Adaptasyon sürecindeki bir
toplulugun kendisi için böyle bir çıkar yolu seçmesinin sebepleri olmalıdır. Her seyden
önce toplumun her kesiminden aynı tepkiyi alamamaları buna etken etmis olabilir.
Önceleri fiziksel açıdan kendilerini koruyabilmek daha sonraları da benliklerine
gelebilecek zararları minimalize edebilmek için böyle bir tavır gelistirmeleri psikolojik
açıdan dogaldır; çünkü insan, dogası geregi kendini güvenli bir uzamda hissetmek ister,
güvenli ortam ise en yakın çevre olan aileden baslar. Göçmenlerin hayatı daha bu güvenli
ortamın olusum sürecinde sekteye ugramıs; aileleri “çagın kosulları geregi” parçalanmıstır.
Geriye dönük bir sistemle olayları anlamdırmak bizler için daha kolaydır, oysaki o
dönemde bu kadar zorlugu yasamıs bir kisi için yasadıklarını dünya konjonktöründe siyasi
kosulların zorunlulugu olarak görmesi çok zordur. Her an açlık ve yoklukla yüz yüze
kalabilme olasılıgı içinde bulunmak ise, bireyin birincil ihtiyaçlarını yerine
getirememesiyle karsı karsıya kalması riskinden daha öte bir anlam ifade eder. Yine
toplum tarafından dıslanmaları, zaman zaman hakarete ugramaları da onları olumsuz
yönde etkileyerek, ‘yabancılasma’larına neden olmustur.
Mübadiller topluma yabancılasmalarıyla birlikte, karsılastıkları toplulukların tam
anlamıyla içlerine nüfuz edememeleri sebebiyle kendi içlerindeki küçük gruplara daha
fazla baglanmıslardır. Bunu bir koruma çemberi olarak tasavvur edebiliriz ki çevreden
gelebilecek zararlara karsı toplu hareket etme dürtüsünü de içinde barındırır. Bu
açıklamalarımızdan göçmenlerle yerlilerin birbirinden bıçakla kesilmis gibi ayrılmıs
oldugu izlenimi edinilmemelidir, zaten zamanla karsılıklı kültürler melezlesmis ve
kaynasmalar had safhaya çıkabilmistir.
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yasayan mübadillerin hayata karsı durusunda dikkatimizi
çeken baska bir unsursa yasadıkları olayların neticesinde bunları tekrar yasamamak ya da
riski en aza indirmek için devlete yakın durma hissiyatıyla hareket etmis ve bu çabalarının
da karsılıgını almıs olmalarıdır (Gökaçtı, 2004: 271-279).
5 0
Mübadillerin yasadıgı kültürel sorunların belki de en önemlisi lisan problemleridir
(Göakçatı, 2004: 281-283). Bilindigi gibi insan bir kültür varlıgıdır ve bunun
kurulmasındaki en önemli bilesenlerden biri de dil’dir. Dil sorunları da göçmen halkın
toplumun öteki kesimlerine yabancılasmasına olumsuz anlamda katkıda bulunmaktadır.
Kendi dünyasına “ait olanları” yitiren göçmen, öteki dünyalara “ait olmak” için gerekli
donanıma sahip olamadıgından (donanımlardan biri lisandır), kendini aidiyetsizlik
sürecinin içinde kaybolmus hissedebilmektedir.
Yunanistan ve Türkiye’de yasayan insanların Mübadele’ye daha en basından farklı
yaklastıgını dil konusunda gösteren bir örnek olarak göçmenlerine mübadil / mülteci
adlandırmalarıyla yaptıkları ayrı hitapları verebiliriz. Yunanların Rum göçmenleri mülteci
olarak adlandırması, birbirine örgülenmis olan dil ile kültür arasındaki iliskinin iyi bir
örnegidir.
5 1
6 MÜBADELE’NİN TÜRK EDEBİYATI’NA YANSIMASININ GENEL BİR
ANALİZİ
Batılılasma sürecinde Batı’nın sanayi, siyaset ve benzeri alanlarda geçirdigi çagdaslasma
etkinlikleri Osmanlı’ya uygulanmaya çalısılırken, bir yandan diger alanlara yansıyan bu
tesir, edebiyatımızda da görülmüstür. Batı’da “roman”ın geçmisi siir, tiyatro türleri gibi
çok eskiye gitmemekle birlikte, Türk Edebiyatı’ndaki yeri çok daha yenidir. Batılılasma
sürecinde devlet yapısının yukarıdan asagıya yayılan sistemi içerisinde bir grup Türk
aydını tarafından hem çeviri hem de ilk tecrübeler yoluyla roman, hikâye ve tiyatro eserleri
yayımlanmıstır. Türk Edebiyatı’nın genel yapısına kus bakısı göz atıldıgında -Servet-i
Fünûn gibi II. Abdülhamit Dönemi’nin İstibdat yönetimi zamanında kendi içine daha
dönük dönem yapılanmalarını özel bir konumda degerlendirip bir kenarda tutarsaközellikle
Millî Edebiyat ve Cumhuriyet Dönemi basta olmak üzere “tarih ve edebiyat”
iliskisi baglamında üretilen eserlerin tarihi oldukça eskiye gider. Dolayısıyla Türk
Edebiyatı’nda iskeletini tarihsel veya tarihî gerçekliklere yaslayan yahut da bu
gerçeklerden esinlenerek meydana getirilen, kısaca tarihle bir sekilde ilintili eserlerin
varlıgının önemli ölçüde oldugunu düsünüyoruz.
Bu eserlerin çogunda tarihsel unsurlar gerçege baglı kalınarak ele alınmıstır, bunun dısında
postmodern eserler basta olmak üzere bazı romanlarda ise tarihsel ögeler daha çok
“kurgu”nun gerektirdigi “oyun” için kullanılabilmektedir. Türkiye’nin cografyasının tarihî
yogunlugu süphesiz sanat eserlerini de bir ölçüde etkilemistir. Kanaatimizce Cumhuriyet
Dönemi’nin yönetimi ve devleti destekleyen romanlarını kenarda tutarsak, siyasal hayatta
yasanan ve toplum hayatını derinden etkileyen olaylar hem nitelikli kurmaca ürünler
açısından hem de bu metinlerin ikincil kaynakları açısından hâlen yeteri kadar
irdelenmemistir, öyle ki toplum bilincinde ve bilinçaltında hâlâ nitelikli ve derinlikli
degerlendirmesi yapılması gereken anılar bulunmaktadır.
Tarih - roman sarmalının bir uzantısı olarak 1990’lı yıllardan beri hız kazanan bir ivmeyle
Lozan Mübadelesi’ni konu edinen yapıtlar da Türk Edebiyatı içerisinde kendine yer
bulmakla birlikte; Mübadele’nin tarihsel çizgisini göz önüne alırsak, bu baglamda üretilen
yapıtlar için geç kalmıs bir yansımadır. Geç kalmıslıkla alakalı olarak Herkül Millas,
Mübadele’den 1960’lı yıllara kadar geçen hemen hemen kırk senelik zaman diliminde
5 2
yalnızca ‘birkaç cümleyle Mübadele’den söyle bir ancak bahsedildigine’ isaret eder
(Millas, 2005c: 130).
Yunan Edebiyatı’nın isleyisi ise Türk Edebiyatı’yla mukayese edildiginde tematik
nitelikleri açısından farklı yapıda bir tarihî roman / tarihsel roman seyridir. Mübadele’nin
gerçeklesmesinin ardından kısa bir süre içerisinde Yunanistanlı yazarlar (ilk yıllarda
Anadolu’dan göç eden yazarlar agırlı olarak bu konuda ürünler vermistir), hızla tarihsel
fonunu Mübadele’nin olusturdugu çesitli eserler üretmislerdir ki bu yazarlardan bazıları
söyle sıralanabilir (Millas, 2005c: 126-129):
“I. Venezis, S. Doukas, S. Mirivilis, F. Kontoglou, D. Sotiriou, L. Nakou, P. Prevelakis, Y.
Theotokas, N. Kazantzakis, M. Loudemis, Ch. Samoulidis, T. Athanasyadis, A. Nenedakis,
A. Kurtyan, Y. Andreadis, M. Veinoglou, K. Zarokosta.”
Bu yazarlar arasında Türkiye’de en popüler isimler Dido Sotiriou ve Nikos
Kazantzakis’dir; ancak çeviribilim açısından su saptamayı belirtmeden de geçmemeliyiz ki
onların anlatılarının Yunanca asılları ve Türkçe çevirileri arasında bazı imgesel farklılıklar
bulunmaktadır [Yunanca eserlerin Türkçe’de sansürlenmesi konusuna Millas’ın bir
degerlendirmesinde de deginilmektedir (Millas, 2005a: 151-163)]. Bu yazarların eserleri
Türkçe’ye aktarılırken çevirmenler ve yayınevleri tarafından sansürlenmekte, bunun
sonucunda da Yunanca eserlerdeki Türk imgesini algılamamızda farklılıklar olusmaktadır.
Böyle bir uygulama yöntemi seçilmesindeki amaç, herhangi bir sekilde yasalar tarafından
kovusturmaya ugramamaktır. Çeviride bu sistemin benimsenmesi sonucunda ise eserler,
yazarlarının ilk ürettigi ürünlerden farklılasarak bir nevi farklı yapıtlar hâline, çevirmenler
de bir nevi eserin ikinci yazarına dönüsmektedir.
Yunan Edebiyatı’nda Mübadele’ye yönelik ilgi giderek azalmasına ragmen (Millas, 2005c:
126) Türk Edebiyatı’nda bu ilgi tersine bir akısla artmaktadır. Bir toplumun yazarlarının bu
derece önemli bir konuyla oldukça geç bir tarihte ilgilenmelerinin çesitli sebepleri
olmalıdır.
Millas, 6 madde halinde bu sebepleri açıklar (Millas, 2005c: 132, 133). Bu maddeler;
Yunanistan’ın Türk-Yunan Savası’nda kaybeden taraf olması, Türkiye’ye göçün
Yunanistan’a oranla daha kontrollü olması, Türkiye’nin Balkan Savasları dolayısıyla daha
önceden çesitli göçler yasaması, Rumlar arasında okuma yazma oranının daha yüksek
5 3
olması ve o dönemlerde Türkiye sınırları dısındaki Türklerle ilgilenmenin hos
karsılanmaması seklinde özetlenebilir.
Bizim fikrimize göre bu maddelerin en önemlilerinden biri Yunanistan’ın Anadolu’yu isgal
etmesinin sonucunda Megali İdea20 düsüncesinin hayat bulamaması, bunun neticesinde de
Türklerle Yunanlar arasında yapılan savasta Yunanistan’ın umulmadık bir hesapla
kaybının daha fazla olmasıdır. Bu sekilde toprakları Ege’nin batısında kalan Yunanistan
için Türkiye, ulus devlet olma sürecinde ‘öteki’ hâline dönüsmüstür.
Nedret Kuran-Burçoglu’nun da (Kuran-Burçoglu, 2005) “İmgebilim” üzerinde dururken
isaret ettigi gibi toplum tarafından kalıplasmıs yargılar olusturulmasında öteki tarafın
düsman olarak algılanmasında edebiyat ortamı yardımcı bir rol üstlenmektedir. Yunan
toplumunun uluslasma sürecinde birlestirici unsuru olusturan bu imgeyi besleyen tarihî
olaylardan biri Lozan Nüfus Mübadelesi’dir; keza Mübadele’den kısa bir süre sonra bu
konuyla ilgili eserler de üretilmeye baslamıstır. Türkiye’de ise nesnel zaman algısının
ötesinde, zamanın ruhu dönemin sisteminde farklı algılandıgı için edebiyatçılar da baska
temalar kullanma yoluna gitmislerdir. Özellikle o yıllarda Cumhuriyet’in kurulusunu
destekleyici nitelikte eserler ön plandadır, nitekim bir önceki dönemde de Millî
Mücadele’yi destekleyen eserler dikkati çeker. Hatta Halide Edip gibi Millî Mücadele
sürecinde yönetimle ve halkla bütünlesmis yazarlar daha sonra yönetime aykırı
kalabilmistir. Bunun yanında daha sonraki yıllarda Mübadele konusuna deginilmemesinde
yine Türkiye’nin “siyasî hassasiyetler”i de söz konusu olabilir. Tüm bu ifadelerimizin
dısında bu topraklarda yasanmıs tek önemli olayın Mübadele olmaması da etkilidir; keza
sadece Cumhuriyet tarihine bakıldıgında bile çok hareketli bir cografyada yasanıldıgı
görülebilir. Bu ahvalin bir uzantısı olarak sözünü ettigimiz tarih ve roman iliskisi ile ilintili
eserlerin yelpazesi de genislemistir. Nitekim baslı basına “göç” olgusunu Türkiye’nin
yasadıgı farklı açılardan konu edinen siir, roman ve hikâyeler de mevcuttur.
Yunanistan’ın ulusal kimlik konusunda daha bütünlüklü bir devlet olması da onların
Mübadele konusunu daha erken ele almasının nedenlerinden bir digeridir (Millas 2005b:
342). Daha önce açıkladıgımız gibi Osmanlı Devleti’nin uluslasma / Batılılasma süreci, bu
sürecin devamında (sonucunda degil; çünkü Türkiye Devleti için de bu süreç devam
etmektedir) Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve ulusal yapının topluma benimsetilmesi
20 Konumuzla baglantılı olarak Megali İdea fikri kısaca söyle özetlenebilir: Yunanistan’ın baskenti İstanbul
olan bir devlet kurma mevhumudur (Demirözü, 2005: 157).
5 4
oldukça çetrefilli olmustur. Dolayısıyla Türkiye’nin ulusal yapısını / kimligini destekleyen
noktalar Yunanistan’ınkilerden farklılasmaktadır.
Bazıları kapsamlı olmamakla beraber ’80’lerden sonra Mübadele’yi konu edinen kitaplar
sunlardır (Millas, 2005b: 334-339):
Fikret Otyam’ın Pavli Kardes (1985) adlı romanı, Salim Sendil’in Karagedik (1980) adlı
kısa öyküsü, Mario Levi’nin En Güzel Ask Hikâyemiz (1992) ve Mehmet Eroglu’nun Yürek
Sürgünü (1994) adlı romanları, Feride Çiçekoglu’nun Suyun Öte Yanı (1992) adlı yapıtı
yayınlanmıs bu kitaplardan ön plana çıkanlardır. Öteki yazarlar ve eserleri de genel
hatlarıyla söyle sıralanabilir (Millas, 2005c: 143): Barıs Balcıoglu, Çayınızı Türkçe mi
alırsınız? (1996); Oya Baydar, Hiçbiryer’e Dönüs (1998), Yigit Okur, Hulki Bey ve
Arkadasları (1999), Sergun Agar, Askın Senaryosu Selanik’te Kaldı (2001), Rıdvan Akar,
Bir Irkçının İhaneti (2002). Bunlara eklememiz gereken diger bir yapıt da Kemal
Anadol’un Büyük Ayrılık (2003) adlı romanıdır.
Türkiye açısından bu konuda bir miktar Dogulu diye tabir edilen tutumu da görmekteyiz;
bu özellik, olayları nedenleri ve sonuçlarıyla yeteri kadar irdelemeden benimseyebilme
özelligidir. Bunun dısında Türklerin göçebe yapısı, yani göç kavramının bilinen
tarihlerinden beri hayatlarındaki baslıca olgu olması da Mübadele’yi gölgeleyip,
bilinçaltına bir sekilde itmis olabilir.
Yunan toplumunda salt edebiyat alanındaki çalısmalar degil Mübadele üzerine yapılan
tarihî / sosyolojik metinler de dikkati çeker; bunlar arasında birinci kusak göçmenlerin
agzından derlenen sözlü tarih çalısmaları da yer tutar ki Mübadele’yi irdeleyen tüm bu
metinler göç öncesinde, esnasında ve sonrasında yasananların toplumun zihninde sürekli
olarak yinelenmesini saglar. Ayrıca Mübadele’nin üzerinden henüz çok az zaman geçmesi
dolayısıyla nesnel bir tutum edinmek de bu yazarlar için güç bir kosuldur. Bu açıdan Türk
yazarları, her iki ülkenin olayları konu edinme egilimlerini de düsünürsek daha uzak bir
zaman diliminden olayları degerlendirebilme sansına sahip olmaktadırlar.
Bunun yanında bir toplum, kendi tarihini pek çok nedenden ötürü aynı oranda ve
zamanlarda sindiremeyebilir; üstelik Mübadele gibi çok önemli bir olayı da toplum
nezdine sunabilmek için önce yazarın bu olguyu sindirmis olması gerekmektedir.
Yukarıda Mübadele ile Türk Edebiyatı arasındaki iliskiye genel hatlarıyla deginmis
olmakla birlikte, asıl amacımızın daha özel açılardan da bu konuyu degerlendirmek
5 5
oldugunu belirtmistik. Edebiyat eserlerini irdelerken kurmaca olduklarını daima göz
önünde bulundurmak gerekir; çünkü bir edebiyat metni hiçbir zaman tarih, sosyoloji ya da
siyaset metni özelliklerini aynen tasımak yükümlülügünde degildir. Bu ifadeden anlatmak
istedigimiz yazarların önemli tarihî hataları degildir; bir metinde anakronizme yer vermek
farklı, yazarın eserini yazmadan önce yeterli arastırmayı yapmayıp bilinçsiz bir sekilde
yanılgılara düsmesi farklı bir olgudur. Keza bu yanılgılar metin içerisinde imgesel açıdan
önemli hataları da dogurabilir.
Bu minvalde tezimizin kapsamı dogrultusunda seçtigimiz eserleri sırasıyla irdeleyecegiz.
devamı yarın | |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder